sitene türk bayrağı 
www.siirlerinefendisi.tr.gg
   
  www.birligimiz-1.tr.gg
  Bilgiler
 


     
   

Kadınlar, gerçek değerini 'İslam’la bulmuştur
Sadece hanımlar değil aslında “erkek”ler de gerçek kıymetlerini ve şahsiyetlerini İslâm’la bulmuşlardır. Efendimiz (sallallahu aleyhi ve sellem), gerçek erkekliğin zorbalık, kabalık ve hoyratlıkta değil, nefsine hâkim olmakta, civanmertlikte ve fazilette olduğunu göstermiştir.

Dinimizde, kadın aynen erkek gibi cemiyetin bir parçası olarak kabul edilir, görüşü alınır ve onunla istişare yapılır. Bunun pratikte en güzel örneğini de bizzat Fahr-i Kâinat Efendimiz (sallallahu aleyhi ve sellem) vermiştir. O ki vahy ile mueyyed Nebiler Sultani (sallallahu aleyhi ve sellem)’dir. Önüne gelen bütün mesele ve problemlerin çözümü doğrudan doğruya Ars-i Azam’dan halledilmiştir. Bununla beraber O, çok defa hanımlarıyla oturur ve bir arkadaş gibi onlarla bazı meselelerin müzakeresini yapardı. Vahiy ile mueyyed olan Allah Resulü’nün (sallallahu aleyhi ve sellem) böyle bir şeye ihtiyacı yoktu; ama O, ümmetine bir şey öğretmek istiyordu: Kadın, o güne kadar olduğundan çok farklı bir yere oturtulacaktı ve iste O, bu önemli vazifeyi bilfiil temsil ediyordu.

İste bir misal. Hudeybiye anlaşması, Müslümanlara çok ağır gelmişti. Öyle ki, kimsede yerinden kımıldayacak mecal kalmamıştı. Bu arada Allah Resulü (sallallahu aleyhi ve sellem), kendisiyle hacca gelenlere, kurbanlarını kesmelerini ve ihramdan çıkmalarını emretmişti. Ancak sahabe, ‘Acaba verilen kararda bir değişiklik olur mu?’ diye, meseleyi ağırdan alıyordu. Allah Resulü (sallallahu aleyhi ve sellem), emrini bir kere daha tekrarladı. Fakat sahabedeki ümitli bekleyiş tavrı değişmedi. Bu, asla Allah Resulü’ne (sallallahu aleyhi ve sellem) karşı bir muhalefet değildi; sadece başka bir alternatifin olup olmadığını öğrenmekti. Zira Kâbe’yi tavaf etmek üzere yola çıkmışlardı. Belki Hudeybiye anlaşmasındaki kabul edilen şartlar tatbik edilmez de anlaşmada bir değişiklik olabilir’ diye bekliyorlardı

İki Cihan Serverı (sallallahu aleyhi ve sellem), sahabedeki bu durumu sezince hemen çadırına girdi. Ve hanimi Ummu Seleme validemizle (radiyallahu anha) istişare etti. Bu ufku geniş annemiz de istişarenin hakkini vermek için fikrini beyan etti ve su mealde sözler söyledi: “Ya Rasulallah! Emrini bir daha tekrar etme. Belki muhalefet eder ve mahvolurlar. Fakat Sen, Kendi kurbanlarını kes ve onlara bir sey demeden ihramdan çık. Onlar verdiğin emrin kesinliğini anlayınca, Sana itaat edeceklerdir.”

Hanımla istişare edilir mi?
Allah Resulü (sallallahu aleyhi ve sellem) de böyle düşünüyordu. Hemen bıçağını eline aldı ve çadırından çıkarak kendine ait kurbanları kesmeye başladı. O daha birkaç kurban kesmişti ki, sahabe de kendi kurbanlarını kesmeye koyuldu. Çünkü artik verilen karardan dönüş olmadığını anlamışlardı. (Buhari, Surût 15) (Bir aile reisi olarak aile hayatında, hanımıyla istişareye yer vermeyen ve İslam’ın kadını esir ettiğini söyleyen talihsizlerin kulakları çınlasın!)

Kadın haklarını müdafaa edenlerin düşüncelerinde bile kadın, hâlâ ikinci dereceden bir varlık olmaktan
kurtulmuş değildir. Oysa dinimiz, kadına, bir bütünün yarısı nazarıyla bakmaktadır. Kadın, öyle bir bütünün parçasıdır ki, diğer parçanın ise yaraması için onun mevcudiyeti şarttır. Bu parçalardan her birerleri, diğerinin gerçek değerini bulması bakımından önemli bir esastır. Elverir ki, Rabb’ımızın koyduğu ölçülere riayet edilsin ve denge için yaratılan bir şey dengenin aleyhinde istismar edilmesin... Efendimiz (sallallahu aleyhi ve sellem), nasıl hareketleriyle kadınlara karşı lütufkâr davranıyordu; sözleriyle de hep bu şekilde davranmayı teşvik ediyordu. Bir hadislerinde şöyle buyururlar: “Mu’minlerin iman bakımından en kusursuzu, ahlâki en güzel olanıdır. Ahlâki en güzel olanınız da, kadınlarınıza en güzel davrananınızdır.” (Ebu Davud, Sunnet 15)

Hadisleri çoğaltabiliriz. Görülüyor ki, kadınlık O’nun nurlu beyanlarıyla, kendi şeref ve haysiyetini garanti altına almış, o güne kadar ayaklar altında çiğnenen, hor ve hakir bir varlık olmaktan kurtulmuş, dünya ve ukba saltanatı kazanmıştır.

Kadınlara güzel davranmayı Peygamberimiz (sallallahu aleyhi ve sellem) emr...alkislamak bence süper





........

kurtuluş savaşında Türkler ve kürtleKurtuluş Savaşı’nda Türkler ve Kürtler
Oldukça güzel bir makale-Bazı Kürtçülerin aradıkları istatistikler burada.

İSTİKLAL SAVAŞI TÜRK IRKININ ZAFERİDİR..



''Bu vatanı düşmanlardan sadece Türkler değil, kürtlerle Türkler beraber kurtarmışlardır. Ancak Atatürk ortaya bir Türklük dehşeti saçıp, kürtleri sindirmiş ve kürtlerin haklarını vermemiştir. Yani devletin kurucu unsuruna kürt halkını eklememiştir.''

İşte kürtçü DEHAP takımı bu fikri savunarak her alanda kürt propagandası yapar. Devletin resmi organları ve bizim milliyetçi camia ne hikmetse kürtçü DEHAP tezlerine karşı çıkacağı yerde ''kürtleri kazanalım'' parolasıyla bu tezlerin hemen hemen aynılarını savunmuşlardır. ''bu devleti kürdüyle Türküyle birlikte kurduk, Çanakkale savaşında beraber savaştık'' söylemleri son 20 yılda adeta resmi politika haline geldi. Devlet ve bazı milliyetçi ağabeylerimiz kürt tezlerinin aynıları savunarak bir anlamda kürtçülere hizmet ettiklerini anlayamıyorlardı. Bu tezler o kadar taraftar topladı ki yalnızca kürtler değil bazı Türkler bile devleti beraber kurduğumuza ve Çanakkalede birlikte savaştığımıza inanmışlardı. Bu tezlere inanan Türk ırkının evlatları tepkisiz, tavizkar bir insan haline geliyorlardı.


Peki gerçek neydi? Hakikaten kürtlerle beraber mi kurulmuştu bu vatan?


İstiklal savaşımız yıllarında kürtlerin nüfusu sadece 300,000 kadardı. Bu nüfusun büyük çoğunlugu Güney doğuda 'sarp dağ köylerinde' yaşıyordu. Sadece azlık bir kısmı birkaç şehirde bulunuyordu. Kurtuluş savaşımıza hiç bir katkıda bulunmadıkları gibi çıkardıkları isyanlar ve kurdukları cemiyetlerle Kuvayı Milliye ordularına ve Ankara Hükümetine ayak bağı olmuşlardır. Seferberlik emri çıktığında kürtlerin istisnasız tamamı askere katılmamak için dağlara kaçmıştır. Fakat bir kısmı inzibatlar tarafindan yakalanarak kısa bir süre hapiste yatırıldıktan sonra silah altına alınmıştır. Savaşa zoraki katılan bu kürtler en ufak bir işe yaramamış, bir kısmı tek kurşun bile sıkmadan karşılarına çıkan ilk düşman birliğine teslim olurken, diğer bir kısmı da cepheden firar etmiştir. Düşmana teslim olmaya veya cepheden firar etmeye fırsat bulamadan bir kaza kurşununa denk gelenlerin ise adı "şehit" olmuştur. Bunların sayısı bir elin parmaklarını geçmez.


İstiklal savaşımızda Türk ırkının evlatları yaşlı - genç, kadın - erkek demeden cepheye koşarken kürtlerin bir kısmı Kuvay-ı Milliye ordularına karşı isyan ediyor, bir kısmı savaşmamak için dağların doruklarına saklanıyor, okuması yazması olan kısmıda İngiliz parasıyla kurdukları cemiyetlerle Türk milletine zarar veriyorlardı.


Kürtlerin KURTULUŞ SAVAŞIMIZ sırasında çıkardıkları önemli isyanlar:


1- ALİ BATI İSYANI: (11 mayıs-18 ağustos 1919) Ali Batı isimli kürt, Midyat'ın güneyinde hayatlarını sürdüren bir aşiretin başına geçer ve İngilizlerden yardım alarak isyan eder. Amacı burada bir kürdistan devleti kurmaktır. Yaklaşık bir ay süren ve çevre yerleşimlere de yayılan bu kürt isyanı Yüzbaşı Yusuf Ziya ve emrindeki askerler tarafından bitirilir ve Ali Batı öldürülür.


2- CEMİL ÇETO İSYANI: (7 haziran 1920) Bahtiyar aşireti reisi Cemil Çeto tarafından Fransız ve İngiliz yardımıyla çıkarılmıştır. Kürt Teali Cemiyeti'nin vasıtasıyla Doğuda bir kürdistan kurulması amaçlanmıştır. Cemil Çeto denen kürt, kısa sürede yakalanmış ve öldürülmüştür.


3- KOÇGİRİ İSYANI: (6 mart-17 nisan 1921) Türkler İstiklal savaşı verirken, kürt eşkiyalar 1920 sonlarında Erzincan, Tunceli, Sivas ve çevresinde pislik saçıyorlardı. Koçgiri aşireti reisi Haydar Bey Kürt Teali Cemiyeti'nin bir şubesini İmranlı'ya açmış ve merkezi yönetime karşı geliyordu. Biraz palazlandıklarında bölgede asker kaçaklarını arayan Türk ordusuna savaş açtılar ve bölgenin kürdistan olmasını istediler. Görüşmeler ile bir sonuç alınamayacağını anlayan Ankara hükümeti bu isyanı bastırdı ve isyancılar teslim oldu.


4- MİLLİ AŞİRET İSYANI: (24 ağustos-8 eylül 1920) Urfa'da Milli Aşiret tarafından çıkarılan ayaklanmadır. Milli Aşiret'in reisi İsmail ile birlikte Halil, Bahur, Abdurrahman ve Mahmut adlı elebaşıları, Doğu'da bir Kürdistan Devleti kurmak düşüncesi ile ayaklanmışlardır. Büyük bir kuvvetle harekete geçen asiler, Viranşehir'i aldıktan sonra Karakeçi Aşireti'ne mensup olanları öldürmüşler, fakat daha sonra yapılan çatışmada, büyük çoğunluğu ortadan kaldırılmıştır.


Bunlar yalnızca kürtlerin Kurtuluş Savaşımızda ki isyanlarıdır. Kürtler son 150 yılda otoriteye karşı 38 defa isyan ederek adeta bir rekor kırmışlardır. Bu gün Musul, Kerkük sınırlarımız dahilinde değilse bunun sorumlusu 1925 yılında devlete karşı ayaklanan Şeyh Said ve çevresidir.


Görülüyor ki kürtlerin Kurtuluş savaşımızda Türk ırkına en ufak bir yardımı olmadığı gibi çıkardıkları isyanlar ve kurdukları cemiyetlerle (Kürt teali cemiyeti, Teali islam cemiyeti vs.) bizi sırtımızdan vurmuşlardır.


Hala Kurtuluş Savaşımızda kürtlerin yardımı var diye iddia eden varsa onlara yarım milyona yakın can kaybımızın olduğu Kurtuluş savaşımızda bazı şehirlerimizin şehit sayısını yazmak istiyorum.

Van 36
Tunceli 30
Mus 8
Mardin 7
Kars 2
Adiyaman 12
Bitlis 63
Bingöl 8
Siirt 40
Diyarbakir 49

Bu şehirlerimizin o yıllarda nüfusunun büyük bölümünün Türk olduğunu da unutmayalım.


Türkiye'de yaşayan kürtlerin PKK propagandasının etkisinde kalarak isyan etmelerini istemeyen Devlet'in ilgili birimleri, 1980'li yılların sonlarında Çanakkale Şehitliği'ne kürt isimleri ilave etmiştir. Amaç kürtlerin beynine "Türk ile kürt kardeştir, bakın biz beraberce savaşarak bu vatanı kurtarıp cumhuriyeti kurduk, bu ülke hepimizindir" fikrini sokarak uslu durmalarını sağlamaktı. Fakat uğraş ters tepmiş, hiç bir işe yaramaması bir yana kürtçülerin tezlerinede kaynak olmuştur.



KURTULUŞ SAVAŞIMIZ DA DİĞER ZAFERLERİMİZ GİBİ TÜRK MİLLETİNİN ZAFERİDİR. BU SAVAŞ KÜRTLERLE BİRLİKTE DEĞİL, KÜRTLERE RAĞMEN KAZANILMIŞTIR...

Bütün Kürtlere Sırac Bilgin "Barzani "isimli kitabını tavsiye ederim. Biz Çanakkale'de, Dumlupınar'da, Vatan topraklarının dört bir tarafında düşmana karşı canla başla savaşırken, kürtlerin ne yaptığını bizzat kürtlerin ağzından ve belgelerle anlatıyor. Hatta o kitabı her kürt kardeşlikçisi de okumalı, okumalı ki kardeşlerini iyi tanısınlar


insan_
09-08-2007, 11:09
Osmanlı'ya Yavuz Sultan Selim zamanında rızalarıyla katılan Kürt aşiretleri, o dönemden 20. yüzyıla dek imparatorluğa önemli askeri katkılarda bulundu. Kürt tarihi konusundaki önemli Batılı uzmanlardan David McDowall'a göre Kürtler genellikle kendi yaşadıkları Doğu Anadolu yöresinde Osmanlı ordusuna hafif süvari olarak destek verdiler, öncülükte, saldırı ve küçük çaplı çatışmalarda önemli rol oynadılar.
Sultan Abdülhamid, kendi adını vererek kurduğu 'Hamidiye Alayları' ile Kürtleri bölgede önemli bir askeri güç haline getirdi. Hamidiye Alayları özellikle Ermeni çetelerine karşı başarılar sağladı, 1. Dünya Savaşı yıllarında ise (adları 'Aşiret Alayları' olmuştu) Rus işgaline karşı direndiler.
Zaten genel olarak 1. Dünya Savaşı'nda Kürtler imparatorluğa büyük bir sadakat gösterdi. Doğu Anadolu'daki Osmanlı kuvvetlerinin büyük bölümü Kürtlerden oluşuyordu. Binlerce Kürt asker, Sarıkamış'taki Üçüncü Ordu'da, Çanakkale'de ve diğer cephelerde şehit düştü. Merkezi Elazığ'daki 11. Fırka (Tümen) ve merkezi Musul'da bulunan 12. Fırka Kürtlerden müteşekkildi.

Kurtuluş Savaşı
Mustafa Kemal Paşa Samsun'a çıktığında Kürtlerin sadakatinin farkındaydı ve daha önce Diyarbakır'da 16. Kolordu'da görev yaparken tanıdığı bu insanlara güveniyordu. 16 Haziran 1919'da Kâzım Karabekir Paşa'ya yolladığı şifrede, "Doğu vilayetleri halkının, Ermeni çetelerinin acımasızlığına ve taarruzlarına hedef olmuş, en büyük felaketi görmüş bir unsur olmak sıfatıyla, birlik ve fedakârlık lüzumunu en önce takdir ettikleri iftiharla görülmektedir" diyor ve şöyle devam ediyordu: "Bu sebeple ben Kürtleri de bir öz kardeş olarak ağuşumuza (bağrımıza) katıp tekmil milleti bir nokta etrafında birleştirmek ve bunu dünyaya Müdafaa-i Hukuku Milliye cemiyetleri vasıtasıyla göstermek karar ve azmindeyim."
Zaten Kürt aşiretleri de, 'din ve vatan uğrunda açılacak mücahedeye katılmaya hazır olduklarını', Kâzım Karabekir Paşa'ya bildirmişlerdi. Erzurum civarındaki Kürtler, İstanbul'un İngiltere tarafından işgaline çok üzülmüş ve ilgili makamlara yolladıkları bir telgrafta "Hilafet ve Saltanat makamının uğradığı tecavüz ve ihanetin tazmini ve mevcudiyet ve istiklalimizin temini için son damla kanlarımıza kadar mukavemete ahdediyoruz" demişlerdi. Atatürk, Kürtlerin bu hassasiyetlerini gözeterek ve kimliklerini onore ederek, onları Milli Mücadele'ye kazandırdı. Hamidiye Alayları'ndan kalan Kürt milisler önce Müdafaa-i Hukuku Milliye cemiyetlerine sonra düzenli orduya katıldılar. Urfa ve Maraş'ın düşman işgalinden kurtarılmasında çok önemli roller üstlendiler. İsmet Paşa'nın ifadesiyle, "Milli Mücadele devamınca canla başla gayret gösterdiler."

Sevr'e protesto
Kürtlerin içinde 'bağımsız Kürdistan' kurmak isteyen küçük bir milliyetçi grup vardı. Başlarında Şerif Paşa'nın bulunduğu bu 'Jön Kürtler,' İtilaf Devletleri ile anlaşarak önce Kasım 1919'daki Paris Konferansı, sonra 10 Ağustos 1920'deki Sevr Anlaşması'nda boy gösterdiler ve Sevr'e, 'Kürt halklarının Türkiye'den bağımsızlık elde etmeleri' yönünde bir madde eklettiler. Ancak bu kadro, Doğu Anadolu'daki Kürt liderler tarafından şiddetle kınandı. Erzincan'dan 10 ayrı Kürt aşiret lideri, Fransız Yüksek Komiserliği'ne, 'Türklerin ve Kürtlerin soy ve din itibarıyla kardeş olduklarını' vurgulayan protesto telgrafı yolladı. Bediüzzaman Said Nursi, Ahmet Arif ve Mehmet Sıddık, Kürtler adına yayımladıkları ortak yazıyla, Sevr Anlaşması'nı lanetledi. Kürt din âlimleri de Milli Mücadele lehinde Anadolu müftülerinin yayımladığı fetvayı imzaladılar.
Lozan görüşmeleri yapılırken Batılı devletlerin Kürtleri 'azınlık' olarak görmekte ısrar etmeleri üzerine ise Bitlis milletvekili Yusuf Ziya Bey, 3 Kasım 1922'de Meclis kürsüsüne çıkıp şöyle demişti: "Avrupalılar diyorlar ki, 'Türkiye'de yaşayan akalliyetlerin (azınlıkların) en büyüğü, en kesretlisi (kalabalığı) Kürtlerdir.' Bendeniz Kürdoğlu Kürdüm. Binaenaleyh bir Kürt mensubu olmak sıfatiyle sizi temin ederim ki Kürtler hiç bir şey istemiyorlar. Biz Kürtler vaktiyle Avrupa'nın Sevr paçavrası ile verdiği bütün hakları, hukukları ayaklarımız altında çiğnedik ve bütün manasıyla bize hak vermek isteyenlere iade ettik. Türklerle beraber kanımızı döktük, onlardan ayrılmadık ve ayrılmak istemedik ve istemeyiz."
Bir sonraki celsede ise Bitlis, Erzurum, Kastamonu, Mardin, Muş, Siirt, Urfa, Pozan, Diyarbakır, Van milletvekillerinin hepsi şu cümlelerin altına imza attılar: "Türk, Kürt bir kütle-i vahidedir. Kürtler, hiç bir vakit Türkiye camiasından ayrılamaz ve bunu ayırmak için hiç bir kuvvetin tesiri yoktur." (Kaynaklar ve daha fazla detay için
Bkz: Mustafa Akyol, 'Kürt Sorununu Yeniden Düşünmek', 2006)
'Soy ve din kardeşi' oldukları Türklerle birlikte Türkiye için canlarını ortaya koyan tüm bu 'çılgın Kürtler'in bugün kemikleri sızlıyor olmalı. Çünkü Kürtlük adına hareket ettiğini ileri süren bir terör örgütü 30 binden fazla vatandaşımızı katletti ve hâlâ da kan dökmeye devam ediyor. Türkiye'ye ve Türklüğe karşı fanatik bir nefretle dolu etnik Kürt milliyetçiliği, hem Türklere hem de Kürtlere acı ve ölüm getiriyor. Öte yandan da bir grup marjinal Türk ırkçısı, 'tarih boyu Kürt ihaneti' masalları uydurarak, Kürt vatandaşlara karşı husumet körüklüyor.
Türkiye'nin etnik bir gerilime sürüklenmemesi için, iki etnik milliyetçiliği de yenmemiz gerek. Ve bunun bir yolu 'çılgın Türklerin ve Kürtler'in gerçek hikâyesini yeniden hatırlamak. 'Bir hilal uğruna' birlikte savaşmış ve can vermiş o yüzbinlerce şehidin hatırası, Türkiye'nin bölünemezliğinin en dramatik işareti olsa gerek.

Mustafa Akyol
 
İÇMEYİ HİÇ DENEDİNİZMİ? 






Tuzlu Kahve Hikayesi

 
Tuzlu Kahve

Tuzlu Kahve

Aşk ve sevgi üzerine yazılmış güzel bir hikaye. Kim bilir belkide bir hikaye değil insan hayatının, sevgi ve aşk dolu günleri gerçek güzel bir anısıdır. İşte okurken duygulanacağınız, her kadının ve erkeğin imrenerek okuyacağı bir aşk hikayesi:

Kıza bir partide rastlamıştı… Harika bir şeydi… O gün peşinde o kadar delikanlı vardı ki… Partinin sonunda kızı kahve içmeye davet etti. Kız parti boyu dikkatini çekmeyen oğlanın davetine şaşırdı, ama tam bir kibarlık gösterisi yaparak kabul etti. Hemen köşedeki şirin kafeye oturdular. Delikanlı öyle heyecanlıydı ki, kalbinin çarpmasından konuşamıyordu. Onun bu hali kızın da huzurunu kaçırdı…

“Ben artık gideyim” demeye hazırlanırken, delikanlı birden garsonu çağırdı…

“Bana biraz tuz getirir misiniz” dedi. “Kahveme koymak için..”

Yan masalardan bile şaşkın yüzler delikanlıya baktı… Kahveye tuz!.. Delikanlı kıpkırmızı oldu utançtan, ama tuzu kahvesine döktü ve içmeye başladı. Kız, merakla “Garip bir ağız tadınız var” dedi..

Delikanlı anlattı:

“Çocukken deniz kenarında yaşardık. Hep deniz kenarında ve denizde oynardım. Denizin tuzlu suyunun tadı ağzımdan hiç eksilmedi. Bu tatla büyüdüm ben… Bu tadı çok sevdim. Kahveme tuz koymam bundan. Ne zaman o tuzlu tadı dilimde hissetsem, çocukluğumu, deniz kenarındaki evimizi ve mutlu ailemi hatırlıyorum. Annemle babam hala o deniz kenarında oturuyorlar… Onları ve evimi öyle özlüyorum ki…”

Bunları söylerken gözleri nemlenmişti delikanlının… Kız dinlediklerinden çok duygulanmıştı. İçini bu kadar samimi döken, evini, ailesini bu kadar özleyen bir adam, evi, aileyi seven biri olmalıydı. Evini düşünen, evini arayan, evini sakınan biri… Ev duyusu olan biri… Kız da konuşmaya başladı… Onun da evi uzaklardaydı… Çocukluğu gibi… O da ailesini anlattı. Çok şirin bir sohbet olmuştu… Tatlı ve sıcak…

Ve de bu sohbet öykümüzün harikulade güzel başlangıcı olmuştu tabii… Buluşmaya devam ettiler ve her güzel öyküde olduğu gibi, prenses, prensle evlendi. Ve de sonuna kadar çok mutlu yaşadılar. Prenses ne zaman kahve yapsa prensine içine bir kaşık tuz koydu, hayat boyu… Onun böyle sevdiğini biliyordu çünkü…

40 yıl sonra, adam dünyaya veda etti. “Ölümümden sonra aç” diye bir mektup bırakmıştı sevgili karısına… Şöyle diyordu, satırlarında…

“Sevgilim, bir tanem… Lütfen beni affet. Bütün hayatımızı bir yalan üzerine kurduğum için beni affet. Sana hayatımda bir tek kere yalan söyledim… Tuzlu kahvede… İlk buluştuğumuz günü hatırlıyor musun?. Öyle heyecanlı ve gergindim ki, şeker diyecekken ‘Tuz’ çıktı ağzımdan… Sen ve herkes bana bakarken, değiştirmeye o kadar utandım ki, yalanla devam ettim. Bu yalanın bizim ilişkimizin temeli olacağı hiç aklıma gelmemişti. Sana gerçeği anlatmayı defalarca düşündüm. Ama her defasında korkudan vazgeçtim. Şimdi ölüyorum ve artık korkmam için hiçbir sebep yok…

İşte gerçek… Ben tuzlu kahve sevmem. O garip ve rezil bir tat.. Ama seni tanıdığım andan itibaren bu rezil kahveyi içtim. Hem de zerre pişmanlık duymadan. Seninle olmak hayatımın en büyük mutluluğu idi ve ben bu mutluluğu tuzlu kahveye borçluydum.

Dünyaya bir daha gelsem, her şeyi yeniden yaşamak, seni yeniden tanımak ve bütün hayatımı yeniden seninle geçirmek isterim, ikinci bir hayat boyu daha tuzlu kahve içmek zorunda kalsam da..”

Yaşlı kadının gözyaşları mektubu sırılsıklam ıslattı. Lafı açıldığında birgün biri, kadına “Tuzlu kahve nasıl bir şey” diye soracak oldu…

Gözleri nemlendi kadının…

“Çok tatlı!…” dedi…



Çayın Bilinmeyenleri

 

Çayın faydaları ve zararları üzerine açıklamalarda bulunan ABD’li uzmanlar siyah çayın, rengiyle göze, kokusuyla burna, şekerini karıştırırken kulağa, sıcaklığıyla tene, tadıyla ise dile iyi geldiğini söyledi.

 


İşte uzmanlardan çayın faydaları…
• Saçı şampuanla yıkadıktan sonra, son su olarak bir çaydanlık ılık çayla
durulayın.

• Ayağınız kokuyorsa, ılık çay dolu bir leğene ayaklarınızı koyun ve her akşam yatmadan önce 10 dakika tutun. 10 günde koku diye bir şey kalmayacaktır.

• Cildiniz yağlıysa banyodan çıkmadan bir çaydanlık çay ile teninizi ovuşturun, balsam vazifesi görür.

• Eliniz balık ya da soğan kokuyorsa, elinizi demli çayla yıkayın.

Uzmanlar, ”Şişmanlar, kalp, sinir, mide ve karaciğer hastaları, romatizma ve nikristen şikayet edenler, böbreklerinde kum veya taş olanlar, yüksek tansiyondan yakınanlar, üremi veya albüminüri olanlar, mümkün olduğu kadar az çay içmeliler” uyarısında bulundu.

Çay içenler ile çay içmeyenler arasında, kalp krizi sonrası ölüm oranları da araştırıldı. Çay tüketimi fazla olanlarda, çay tüketmeyenlere oranla yüzde 44 daha az kalp krizi nedenli ölüm görülüyor. Bir haftada 14 bardaktan daha az çay tüketenler ise, hiç tüketmeyenlere oranla yüzde 28 daha az kalp krizi sonucunda ölümle karşılaşıyorlar





Çay Kimi Bekler

 

 

Vakti vardır…

 

Ve can çeker.

Ama berrak ve demli bir çaydan daha iyi olan şey, o çaya sohbet katan, lezzet katan dostlardır.

Çay da, dost da, teselli makamında bir talihtir.

Yalnızlığa hüzün taşır çay…

Sohbete muhabbet…

…..

Hayatın neresinde, ne şekil ve görüntüde olursak olalım; mesele şudur:

Bir bardak demli çayın yanında ne kıymetimiz var?

Hangi dostun bir bardak demli çayı için “hasretin adı” ve “katma değer”iyiz?

…..

Vakti vardır..

Ve can çeker.

Can, çayı bahane edip dost ister.

Profesör istemez, genel müdür hiç istemez…

Makam ve mevki…

Ve dahi şan ve şöhret…

Ve dahi mal ve mülk sahibi istemez.

Aradığı insandır.

“İnsan” sıfatının yanında, som altına şekil katmak için sokuşturulmuş bakır kadar ehemmiyeti olmayan unvanları hesaba katmaz…

Ve can, insan çeker.

Bir bardak demli çayın her yudumunu, ab-ı hayata dönüştüren insan!

…..

Bir daha mesele şudur:

Canımız kimi çeker ve kimin canı bizi çeker?

Ve neden?

…..

Hayattan aldığımız ve hayata kattığımız can sıkıntılarının çoğunun sebebi, maalesef değersiz şeylerden ibarettir.

Ne bu dünyadan çekip giderken bizimle birlikte gelirler.

Ne sonrası için işe yararlar.

Üstelik, bir bardak demli çayın yanında bile, sahibini “beş kuruş” sahiplenmezler

…..

Su kaynar…

Aşk ateşinde…

Bir tutam çay yaprağıyla karışmak, vuslattır.

Bu sıcaklığa…

Bu buhara ram olur ve yayılır duygular.

Sonra aşkın rengidir ve demidir görünen.

Ve aşkın rayihası.

…..

Söyleyin şimdi:

Can kimi çeker?

Kimin canı bizi çeker?

Bu şiire kim bir mısra katar gönlünden?

Sohbeti kim demler?



Yemekten sonra sakın içmeyin



İşte yemek üzerine içilen çayın inanılmaz yan etkisi.

Diyetisyen İpek Ağaca, yemekten sonra çay içilmesinin vücutta demir eksikliğine yol açtığını söyledi. Çay tüketiminde dikkat edilmesi gereken noktalar hakkında bilgi veren Ağaca sözlerini şöyle sürdürdü:

"Türkiye’nin hangi şehrine giderseniz gidin, hangi restoran veya lokantaya girerseniz girin yemekten sonra garson size çay ikram etmek isteyecektir. Ya da; garsonun ikram etmesine zaman bırakmadan siz çayınızı zaten isteyeceksinizdir. Bu alışkanlığımız, sağlıklı beslenme açısından bakıldığında çok da doğru bir davranış değildir. Çünkü yemekten sonra içilen çay, demir içeren besin tüketildiyse, yemekle birlikte alınan demir mineralinin vücut tarafından kullanımını sınırlar.

KAHVE DE SUÇLU

Bu ne demektir; örneğin; yemekte kırmızı et yemiş olun, yemeğin hemen ardından çay içtiğinizde vücudunuz, köfteden gelen demirden tam olarak faydalanamayacaktır; çünkü çayda bulunan ‘tanen’, demirle bağlanarak demir emilimini azaltıcı etki gösterir. Kahve için de aynı şey geçerlidir. Yemekten en az 1 saat sonra tüketilen çay ve kahve demir emilimini etkilemez. Bu nedenle çay yemekte en az 1 saat sonra içilmelidir.






Hıristiyan Teologlar (Din Bilginleri) Anlatıyor:

"Kilise ve Vatikan Tarih Boyunca Zenginlik ve İktidar İçin; Cinayet, İşkence, Gasp, Sahte Evrak Düzenlemek, Genelev İşletmek, Makam ve Mansıpları Para Karşılığı Dağıtmak, İnsanları Köleleştirmek, Soykırımlara Destek Vermek Dahil "Akıl ve Vicdan Dışı" Her Türlü Şerri İrtikap Etmiştir: Kilisenin içyüzünü görerek kilise ile alakasını kesen birçok hıristiyan vardır. Yukarıda bunlardan bir kısmının düzenlemiş olduğu bir panelde dile getirelen gerçekleri okuduk. Kiliseden ayrılan hıristiyanlar değişik isimler altında örgütlenmeye çalışmakta, yayınlar yoluyla halkı bilinçlendirmek için gayret sarfetmektidir. Yugoslavya'daki savaşa karşı olan üç eski kilise teoloğu (din bilgini) 1999 yılında "İsa'ya Bağlı Hür Hıristiyanlar" adı altında bir araya geldiler. Bu güne kadar değişik meslek gruplarından insanların bu gruba katıldığını söylüyorlar. "
www.freie-christen.com
" adresli internet sitesindeki yayınlarında ilk hıristiyanlar gibi Nasıralı İsa'nın nasihatlerine tutunduklarını söylüyorlar. O nasihatlerde bir tane altın kural; "Kendin için ne istiyorsan, başkaları için de onu iste!" kuralının bulunduğunu söylüyorlar. İlk hıristiyanlıkta, kilisenin, papazların, rahiplerin, kilise üyeliğinin bulunmadığını; bugünkü kilisenin öğrettiği hıristiyanlığın Hazret-i İsa'nın öğretisinden, yolundan ayrılmış sapmış bir hıristiyanlık olduğunu söylüyorlar. Bu sitede kilisenin içyüzü hakkında yazılanlardan bazılarının tercümesini aşağıya alıyoruz. Bu papazların, bu kâfir papa gibilerin iç yüzünü anlamak için bu araştırmaları dikkat nazarlarınıza arzediyoruz: "

Kilisenin zenginliğinin kaynağı kanlı paralardır:

'Biz gerçekten para hırsıyla yanıyoruz, küplerimizi altınlarla doldurmak istiyoruz ve hiçbir şey bizi doyurmuyor.' (Piskopos Hieronymus) Vatikanın zenginliği nereden geliyor? Altın, Hisse Senetleri, Holdingler, bina, tarla vb. gayr-i menkuller. Zenginliğine zenginlik katan uygulamalar: Kölelik, para karşılığı ünvanlar dağıtmak, para karşılığı günah çıkarma, malını elde etmek istedikleri kişileri kasten öldürmek suretiyle, altınlarını almak istedikleri kızılderililere vahşi işkenceler yaparak, fuhuşhane işleterek, miras gaspları, sahte belge hazırlamak, köylülerin mahsüllerinden aldıkları paylar, haçlı seferlerinden dönmeyenlerin ve engizisyon mahkemelerinde cezalandırılanların mallarını kiliseye aktarmak.... - Kilise baştan beri köleliği destekliyordu hatta kölecilikle uğraşanlara yardım ediyordu. Papanın kendine ait köleleri vardı. Papa Gregor l in kendine ait yüzlerce kölesi vardı. Rahiplerin gayri meşru çocukları ebedi kilisenin kölesi oluyordu. Sağda solda bulunan çocuklar da aynı şekildeydi. Tours'lu Kutsal Martin'in (bugün bir çok kilisede anıtı bulunmaktadır) 20 bin kölesi vardı. Manastırların da köleleri vardı. Binlerce slav ve Sarazenen köle olarak manastırlara dağıtıldı. Kilisenin İsa'nın sevgi öğretisi ile hiçbir alakası yoktur. Eğer bir kişi o devirde bu işler böyleydi derse onlara Kur'an'dan 'Ellerinizin altında bulunanlardan (köle ve câriyelerden) hür olmak için mükâtebe yapmak (bedel vermek) isteyenlerle, eğer kendilerinde bir iyilik görüyorsanız, mükâtebe yapın. (Bedel vermelerini kabul edin). Onlara Allah'ın size verdiği maldan verin.' (Nûr: 33) ayetini göstermek isteriz. Yani hıristiyanlıkta da başka türlü olabilirdi. Kızılderili köle ticaretini başlatan ve kurumsallaştıran Piskopos Rodriguez de Fosca idi. Kolumbus ona birçok kere köle pazarında satılmak üzere kızılderililer göndermişti. Şubat 1495'de bu amaçla gelen 4 geminin her birinde 12 ile 35 yaş arasında 500 kızılderili vardı. Papa V. Nikolaus 18 Haziran 1452 tarihinde köle ticaretini meşrulaştıran mektubunda aynen şöyle söylüyordu: 'İmansızların devletlerini fethedeceğiz, orada oturanları esir alacağız ve ebedî köleliğe mahkum edeceğiz.' Kilise Avrupa'nın en büyük arsa sahibi kurumudur. Örneğin sadece Fulda'daki manastırın 15.000 arsası vardır. (Sahte Senet ve Belge İçin) Vatikan'ın Fiyat Listesi (1990) - Papa'nın kişiye özel dua senedi imzalaması 5.000 DM. - Papa ile beraber bir özel oturumda bulunmak ve video kasedini temin etmek 30.000 DM. - Doktor ünvanı verilmesi 50.000 DM. - Bir tarikat kurmak için izin 120.000 DM. - Baron ünvanı 300.000 DM. - Krallık ve İmparatorluk ünvanı onayı 2.500.000 DM. - Kutsallaştırma ayinleri 100.000 Euro. Sadece Papa ll. Paul'un 464 kutsallaştırma ayini vesilesiyle 116.000.000 Euro para Vatikan kasasına girmişti. Ölülerin arkasından yapılan ayinler dolayısıyla kazanılan zenginlikler: Papa X. Leo: "Fakirlerin parası yok, bu sebeple bu lütfa eriştirmeleri zordur. Ancak yapacak bir şey yok." Bugün 21. yüzyılda bu durum devam etmektedir. Corvins'in araştırmalarına göre bu tür ayinler sayesinde 600 sene içinde Roma'ya 1 milyar Gulden para aktı. Martin Luther her askerine isyankâr bir tarımcıyı öldürmesi halinde cennette bir yer vaad ediyordu. 1500 senesinde Meksika'da 25 milyon yerli vardı. 100 sene sonra sadece 1 milyon yerli kalmıştı. Peru'nun altın hazineleri hakkında şu söylenmektedir: 'Bugünkü değeri 450 milyon Euro'dur.' Köleleri olan bir evsahibi birçok kızılderilerileri canlı canlı yakıyor, asıyor ya da köpeklerine atıyor, kafalarını ellerini ayaklarını kesiyor, dillerini kopartıyordu. Din değiştirmeyi reddeden bir yerliye ateşte yakılma cezası verilmesi Hemen herkes kendi durumu elverdiği ölçüde kölelere sahipti. Köleleştirilmiş yerli halklar nesilden nesile tükendikçe papazlar ve köle tacirleri zenginleşiyordu. Tarihçi Bartolome de Las Casas milyonlarca kızılderilinin altınlar için vahşice katledildiğini anlatmaktadır. Yukatan guvernörü (valisi) kaçırdığı yüzlerce kızılderili genç kızı şarap, yağ ya da bir et parçası ile değiştirmiştir. Kilise ülkeleri sömürmede imparatorlardan daha hırslı idi. Papa Avrupalıların av ruhsatını (gasp, sömürme ruhsatı) bizzat kendisi takip ediyordu. Bir İnka hükümdarı muhataplarına 'Sizin papa dediğiniz adam delirmiş, kendisine ait olmayan ülkeleri hediye ediyor.' dediğinde, o anda bir rahip 'Hemen saldırın, size günahlarınızdan af olmayı vaad ediyorum.' demişti. Kendisi de bir hıristiyan olan Bartolome bu vahşeti şöyle anlatıyor: 'İspanyollar kan seven vahşi köpekler besliyorlardı. Bu köpekler kızılderilileri boğuyor ve parçalara ayırıyorlardı. Onların beslenmesi için uzun yürüyüşlerce birçok kızılderili demir zincirlere vurulmuş şekilde domuz sürüsü gibi sıra sıra taşınıyordu. Onları kestikten sonra bazı zaman kendi aralarında 'Bugün bana bu hergelenin dörtte birini ver, yarın ben kestiğim zaman sana borcumu öderim.' şeklinde sözler geçiyordu." İspanyollar çocukları annelerinin gözü önünde köpeklerine yediriyorlardı. İspanyolların eline düşme korkusu ile kendisini ve çocuğunu asan bir Amerikan yerlisi. Amerika'ya ilk akınları yapan İspanya o devirde Avrupa'daki en büyük krallıktı. Bütün vahşetlerini ve soykırımlarını Vatikan'ın ve papazların desteği ile yürüttüler. Bir köye ilk defa girdiklerinde her şeyden önce büyük bir kan gölü manzarası oluşurdu. Dolayısı ile orada oturanlar Hıristiyan (haçperest) ismini duyduklarında tir tir titriyorlardı. Bu işgalcilerin yolları asılmış kızılderililerle doluydu. Misyonerlik hiçbir zaman bu işgaliyete şüpheyle bakmadı, bu kanlı ticareti misyonun bir parçası olarak görüyorlardı.Küçük bir azınlık hariç misyonerler, şiddeti teşvik ediyorlardı. Bir vali kızılderili bir erkek çocuğunu annesinin elinden aldı, bıçağıyla kolları ve bacaklarını kesti, köpeklerine attı, köpekleri onları afiyetle yedikten sonra kalan vücudunu da köpeklerin önüne attı. Kızılderililerin mabedleri hızlı bir şekilde kiliseye dönüştürüldü. Sırf Meksika'da 12.000 mabed kiliseye dünüştürülmüştü. Misyonerler kızılderilileri hiçbir karşılık vermeden çalıştırıyorlardı. Bugünkü gösterişli hıristiyan mabedlerinde hala bu gözyaşı ve kan kokusu mevcuttur. Kolumbus devrindeki kızılderilerin �;'ı takip eden yıllarda katledildi. 12 sene içinde ve 400 mil yol üzerinde İspanyollar 4 milyon insanı ya kılıçtan geçirdiler ya da diri diri yaktılar. Ve bu kanlı altınlar kiliseyi bugünkü ölçüsüz zenginliğe ulaştırdı. Ve bugüne kadar bu altınlar geri verilmedi. Papa Innozenz lll. Haçlı Seferi'ne çıkacaklara günahlardan affedilmeleri için iki senelik duasını hasredeceğini vaad etti. Böylece toplanan 200.000 kişilik ordu Fransa'nın Bèziers kentinde kadın çocuk ayırt etmeden 20.000 kişiyi katletti. Hatta kiliseye kaçan kadın ve çocuklar bile katledildi. Daha sonra şehri yaktılar. Haçlı seferlerine asker toplamak için kilise büyük aflar vaad etti. Gökte yer almak için onbinlerce kişi öldürüldü. Hangi tanrı böyle eli kana bulanmış kişileri çevresinde bulundurmak ister. Amerika fethedildiği zaman altınlar için birçok insan öldürüldü. Bu altınlar bugün hâlâ Roma katolik kilisesinde mevcuttur. Papa Alexander Vl. Güney Amerika'dan gelen ilk kanlı altınlarla Roma'daki Santa Maria Maggiore kilisenin çatısını yaptırdı ve kendi ailesinin resmini oraya koydurttu. Bu kanlı altınların büyük kısmı kiliselerin hazinelerine gitti. En açık misal Kardinal Cisneros'un altından yaptırdığı 3 metrelik anıttır.

Engizisyon ve cadı yakılmasından kazanılan zenginlik:

Engizisyon 'hak dini' istismar eden soygun ve linç düzeni idi. Kilise hükümdarları her zaman kanlı paraları aldılar, o kadar ki, çok aşırı meblağlar sözkonusudur. 1487'de başa gelen papanın 'cadı tokmağı' isimli yasası 10.000'lerce kadının Avrupa'da işkencelerle katledilmesine sebep oldu. Onbinlerce kadın cadı oldukları gerekçesiyle işkencelerle, yakılarak öldürüldü. Suçlu zındıkların bütün mallarına kilise el koyuyor, yakınları çoğu zaman açlıktan ölüyordu. Engizisyon'un gerçek yüzünü papa Innozenz III.'ün emirleri gösteriyor. O 'zındıkların' ve onların evlatlarının mallarını ellerinden alınmasını emretti. Kanlı paraların daha da hızlı akması ve 'suçlarını' itiraf etmeleri için mağdurları daha ağır işkencelere maruz bırakıyorlardı. 1317 senesinde papa Johannes XXII. bu kanlı paralarla 6 yeni piskoposluk satın aldı. 1163 yılında Papa Alexander III. Tours'deki konsilde imparatorlara farklı dine ait olanları zindana atmalarını ve mallarını gasp etmelerini emretti. Eğer bir şüpheli zındıklıktan dolayı suçlandı ise o zaman mahkemesi olmadan önce bütün malları gasp ediliyordu. Burada da engizisyon'un gayesi rahatça anlaşılıyor. Bir kişi engizisyon mahkemesinden suçlu olarak çıktığı zaman hemen memurlar evini basar ve bütün malını sayardı. Ailesini hiçbir şey vermeden evden atarlardı. Çoğu zaman onlar aç ölürlerdi. Çünkü insanlar engizisyoncuların nezdinde şüpheli duruma düşmek korkusundan yardım etmekten çekinirlerdi. Vatikan devletinde öldürülen diğer din mensuplarının bütün varlığı Vatikan'a kalırdı. 14. yüzyıla kadar suçlu ilan edilenlerin mallarını İtalyan'ın diğer yerlerindeki siyasî otorite ile paylaşan Vatikan bu tarihten sonra bu tür hırsızlama malların 0'ünü almaya başladı. Çoğu zaman kilise ve devlet bu gasp mallarını paylaşmak için onlarca yıl birbiriyle çekişti. Engizisyon heyetlerine katılan bütün yetkililer çok iyi bir şekilde kazanmamış olsaydı, engizisyon çok uzun ömürlü olmazdı. Çünkü birçok insan ve imparatorlar içten içe papanın şeytanî bir şey emrettiğini hissediyorlardı. Tabii ki zengin zındıklar tercih ediliyordu. Bazı durumlarda zenginler çok büyük paralar karşılığında biraz zaman kazanabiliyorlardı. Zaman bittiğinde yine âkıbetten kurtulamıyorlardı. Ne zaman ki bu tür zenginler tükenme noktasına geldi, engizisyon yoluyla yapılan hırsızlamalar sona erdi. Ölüler dahi zındıklıkla suçlanabiliyordu. Böylece mirasına el koyabiliyorlardı. Böylece sevilmeyen insanları mahvedebilme yolu açılmıştı. Zira sevmedikleri insanların anne-babalarını zındıklıkla suçlayıp mallarını ellerinden alabiliyorlardı. Kilise zaman aşımını 100 yıl olarak kabul ediyordu. Böylece bir çok aileleri anlatılamayacak derecede sefalete sürüklüyorlardı. Hayatta olanlarda zaman aşımı söz konusu değildi. Henüz gençken yapılan bir eleştiri çok ileri yaşlarda insanların suçlanmasına sebep olabiliyordu. Çok abes ve vahşi olan bir durum ise şuydu: Her işkence faaliyetinin masrafları ve işkence yapan kişilerin yevmiyesi mağdur veya yakınları tarafından ödenmek zorundaydı. İşkenceler için fiyat listesi vardı. Hayatta olan bir kişiyi dörde bölmek 15 kr. Bir ateş yığını hazırlamak ve yanan külün suya atılması 30 kr. Bir cadıyı canlı yakmak 14 kr. Bir kişiyi kılıçla öldürmek 10 kr. Bir insanın kafasını vurmak 18 kr. Mengene işkencesi 8 kr. Kırbaçlamak, kırbaç başı 1 kr. Mengeneye kişiyi bağlamak, ağırlık asmak, ayak kelepçelerini bağlamak 30 kr. Sürgün 1 kr. Bu şekilde gasbedilen paralar direkt ya da dolaylı olarak kilisenin kasasına gidiyordu. Bir örnek; Mainz'de cadı engizisyonundan gelen paralar Mainz Başpiskoposu'nun sarayına giderdi. Aschaffenburg'daki Johannisberg şatosu bu şekilde temin edilen kanlı paralarla yapıldı. Unutmayın ki, bu kanlı para faizin faizi yoluyla milyarlara ulaşmıştır ve bugünkü kilise sermayesinin bir parçasıdır.

Sahte Belgelere Dayanan Zenginlik:

Kiliseye ait malların çoğalması için rahipler ve diğer kilise adamları yalan yanlış sahte belgeler hazırlıyorlardı. Eğer bir rahip ya da piskopos kendi arsasını büyütmek istiyorsa, eski tarihli bir sahte belge düzenleyip arşive koyuyor. Sonra onu çıkartıp bu arsayı sahipleniyordu. Okuma yazma bilmeyen cahil çiftçinin bu duruma karşı yapacak bir şeyi yoktu. Bu sahtekârlık bir sanat haline gelmişti. Bu sanatı meslek edinen rahipler manastırdan manastıra yolculuk yaparak değişik beldelerde sanatını icra etmekteydi. Ölüm yatağındaki rahip Gueron Fransa'yı manastırdan manastıra sahte belgeler hazırlamak için gezdiğini itiraf etmişti. Güney Almanya'da Bodensee gölünde Reichenau manastırı bir suç olan bu işi yapmaktaydı. Papa ll. Stephan sahtecilik suçunun en büyüğünü icra etmişti. Buna göre İmparator Konstantin bütün hıristiyan Batı ülkelerini Papa'ya hediye etmişti. Bu iddianın sahte olduğunu birçok kimse dile getirdi. Ancak bu ifşaatlarını hayatlarıyla ödediler. Heidelberg'li Johannes Dränsdorf 1425 senesinde bu yüzden katledildi. Bu iddianın doğru olmadığına dair şüphelerin yayılması üzerine 1440 senesinde Papa'nın sekreteri Humanist Laurentius Valla İmparator Konstantin adına yüzyıllar sonra bir belge düzenledi. Deschner'in aktardığına göre Vatikan tarihçileri bu sahteciliği ancak 19. yüzyılda itiraf ettiler. Avrupa'da birçok ülkede hâlâ kilise en büyük gayr-i menkul sahibidir. Bu gayr-i menkullerin kaç tanesi dürüst bir şekilde alındı? Kaç tanesi çalındı, kaç tanesi gasbedildi?

Mirasa Konma Yoluyla Zenginlik:

Eski çağdan beri kiliselerin gayr-i menkullerinin artmasının ana sebebi verasetlerdi. 4. yüzyılda bile Papa Damasus'un sinsice mirasa konma faaliyetleri o dereceye varmıştı ki İmparator duruma el koymak zorunda kaldı. Zındıklıkla itham edilme korkusu sebebiyle her gayr-i menkul sahibi malının bir kısmını kiliseye bağışlıyordu. Çünkü öldükten sonra bile zındıklıkla itham edildiği takdirde ailesinin bütün mallarına el konabilirdi. Zındıklıkla itham edilen kişi kutsal kabul edilen toprağa girmekten bile mahrum kalabiliyordu. Yani cesedi gömülmüyordu. Bu dini ve pisikolojik baskı sebebiyle kilisenin malları genişledikçe genişliyordu. 1170 yılında Papa Alexander lll. ün verdiği hükme göre bir papazın önünde yapılmayan vasiyetname geçersiz kabul ediliyordu. Bu hükme dikkat etmeyen noterlere afaroz cezası verilirdi. Bir vasiyet belgesinin mahkeme nezdinde geçerli kabul edilmesi için mutlaka kilise onayı gerekliydi. Kiliseye vasiyet yoluyla mülk bırakmak kişinin cehennem azabının kısalması için en güvenilir yöntem kabul ediliyordu. İnsanların ebedi cehennemde kalma korkusu kiliselere bol bol kazanç sağlıyordu. Bugün de bu böyledir. 5. yüzyılda kilise papazı Salvian şöyle vaaz ediyordu: 'Her kim malını kilise yerine çocuklarına bırakırsa tanrının buyruğuna aykırı hareket etmiş olur.'

Yüzde 10 Zenginliği:

Ortaçağ'da bütün tarla sahipleri mahsüllerinin ve gelirlerinin 'unu kiliseye vermek zorundaydı. Her kim bu borcunu düzgün ödemezse papaz tarafından lanetlenme ve afaroz edilme tehlikesini davet etmiş oluyordu. Papa Plus V. kendi memurlarına şu talimatı vermişti: 'Ceza parasını ödemeyen kişi ilk seferinde elleri beline bağlanarak bir gün boyunca kilise kapısında ayakta duracaktı. İkinci sefer ödemezse yolda kırbaçlanarak götürülecekti. Üçüncüsünde ise dili deliniyor, kürek çekme cezasına çarptırılıyordu. Stedinger bölgesinin çiftçileri bu payı vermedikleri takdirde kiliseye bağlı derebeyleri ile birlikte gidip, borcunu ödemeyen çiftçiyi öldürüyor, mallarını gasbediyorlardı. Ödememekte direnen çiftçiler için engizisyon faaliyete geçiriliyordu.

Makam-Mansıp Satışı Zenginliği:

İsa makamlar mevkiler tanımıyordu. Fakat katolik kilisesi bunu farklı görüyor. Papa Innozenz lll. vazifeye geldikten hemen sonra 52 tane yeni sekreter makamı kurdu. Bunları 79.000 altın karşılığında sattı. Papalar makamları yeniden satabilmek için önceki papanın satışını kabul etmiyordu. Papa Leo X. 39 yeni kardinal makamı kurdu. Bunları 511.000 duka altına sattı. Bir kardinal şapkası o zaman 10.000 ile 30.000 altındı. Hatta papalık makamı da satılıktı. En çok altını veren papa oluyordu. 1492 yılında Papa Innozenz Vlll. ölünce Kardinal della Rovere büyük favori gözüküyordu. Ceneviz devleti 1.000.000 altın, Fransa kralı 200.000 altın onun emrine vermişti. Onun rakibi Rodrigo Borgio dört papadan beri bu kutsal makamın yardımcısı idi. Kendisinin teklif ettiği rüşvet paraları nefes kesici idi. O piskoposlukları, villaları, hatta komple şehirleri bir kardinalin oyunu alabilmek için hediye etti. Borgio Ağustos 1492 senesinde papa seçimi için yapılan 5 günlük kardinaller toplantısında hediyeler yanında makamlar için sözler verdi. Rüşvet teklif etmekten çekinmedi. Hepsi seçimi kazanabilmek içindi. Bazı kardinaller saraylar, şatolar, araziler ya da paralar istiyordu. - Kardinal Orsini oyunu Monticelli ve Sariani şatoları karşığında sattı. - Kardinal Ascanio Sforza 4 merkep dolusu gümüş ve kilisenin papazlık makamı karşılığında sattı. - Kardinal Colonna zengin St. Benedikt manastırını ve ona ait bütün hakları kendine ve ailesine ebedi olarak istedi. - Kardinal St. Angelo Porto piskoposluğunu, oradaki şatoyu ve bir kiler dolusu şarap istedi. - Kardinal Savelli İtalya'nın Civita Castellana şehrini aldı. - Rodrigo'nun kazanmak için bir oyu eksikti. Sonucu belirleyen oy Venedikli bir rahibe aitti. O sadece 5.000 krone ve Rodrigo'nun 12 yaşındaki kızı Lucrezia'yı bir geceliğine istedi. Sonuç belli oldu ve cebindeki 22 kardinal oyuyla Rodrigo Borgia'ya Papa Alexander Vl. ünvanıyla papalık makamı verildi.

Cinayet İle Zenginlik:

Tarihçi Thomas Tomasi şöyle yazmıştı: 'Papa'nın ikâmetindeki güncel ve her gün olan cinayet ve tecavüzleri saymak mümkün değildi.' Bir insanın ömrü o kadar uzun değildir ki, bütün öldürülen, zehirlenen, Tiber nehrine atılan kişilerin ismini kaydedebilsin. Cinayet Papa Alexander Vl. nın iyi bir ek gelir kaynağı idi. Makam satışı o kadar iyi bir gelir kaynağı idi ki Papa Alexander Vl. kardinalleri bir müddet geçince zehirletiyordu. Boş kalan makamı sattığı gibi ölen kardinallerin mal varlıklarını da kendi üzerine alıyordu. Robert Hutchison'un 'Die Helige Mafia des Papstes', 'Papanın Kutsal Mafyası' isimli kitabında; açıklanamayan bir çok ölüm hadisesini dile getiriyor. Bunların hepsi Vatikan ya da Vatikan'a yakın bir teşkilatla ticari ya da kişisel ilişki içinde idi. İddialarını şu ölüm hadiselerine dayandırmıştı: 1975: Fransız senatör Prens Jean de Broglie, 1977: Charles Bouchard, Leclerc-Bank'ın Cenevre Genel Müdürü, 1978: Papaz Giuliano Ferrari, 1978: Ortodoks Papazı Nikodim, 1978: Papa Johannes Paul I., 1978: Az zaman sonra Kardinal devlet sekreteri Villot, 1979: Kardinal Vagnozzi, Vatikan Ticaret Bakanı, 1981: Francesco Cosentino, P2-Lojası, ........ 1994: Salvador başpiskoposu Rivera Damas, 1998: Vatikanbank'ın Napoli müdürü Aldo Palumbo ... Vatikan'da çalışan ve isim vermek istemeyen, kendilerini 'Gerçeğin Havarileri (Yardımcıları)' diye niteleyen grup Vatikan'ın politik, ekonomik, lojistik bu muazzam gücünü kendi aralarında paylaştırmak isteyen masonlar ile uluslararası çalışan bir grup arasında ağır bir çekişme yaşandığını söylüyorlar. Papa sadece bir etiket olarak vazife görüyor. Bunların iddiasına göre Papa Paul l. Vatikan içindeki karanlık finansal ilişkileri, şaşalı yaşantıyı ve rüşveti kaldırmak istiyordu. Ancak ömrü çok kısa oldu. (Sadece 33 gün.) Cenazesi görülmesini engellemek istercesine hemen tahnit edildi.

Ek Gelirler:

Papa Alexander Vl. rüşvetle katilleri serbest bırakıyordu. Şöyle söylüyordu: 'Tanrı suçlunun ölmesini değil, ödemesini ve yaşamasını istiyor.' Günde ortalama 14 cinayet yaşanan Roma'da bu iyi gelir getiren bir yöntemdi. Aynı papa bir asilzadeye kendi kız kardeşiyle fücur yapmasına izin veriyordu. Bunun bedeli 24.000 altındı. Valensia Kardinali Peter Mendoza ilişkiye girdiği çocuğu kendi çocuğu gibi gösterebilmek için Papa'dan ruhsat almıştı.

Fuhuş Zenginliği:

Papa Sixtus lV. (1471-1484) Türklere karşı savaşı finanse edebilmek için Roma'da seçkin erkek ve kadınlara hitap eden bir genelev yaptırmıştı. Senelik geliri 26.000 düka altındı. Papa Klemens Vl. zamanında (1342-1352) fahişeler o kadar çoktu ki, Papa onlardan vergi almaya başladı. Tarihçi Joseph McCabe araştırmaları esnasında bir papazın dul bir doktor hanımından genelev satın aldığını ve bu belgeye 'Tanrımız İsa'nın adıyla' diye başlandığını naklediyor. Almanya'da Strassburg'un piskoposu bir genelev idare ediyordu. Aynı şehirdeki manastırda fahişeler iş yapıyordu. Würzburg Katedrali'nin baş papazı (dekanı) kanuni olarak bölgesindeki köylerin her birinden her sene bir at, yiyecek ve bir de genç kız alma hakkına sahipti. Papa Julius ll. 2 Temmuz 1510 yılında verdiği resmi bir belgede bir genelevin kuruluşu ve işletilmesi için yetki vermişti. Onu takip eden papalar Leo X. ve Klemens Vll. aynı şekilde haklar tanıyorlardı. Ancak bir şartları vardı. Genelevlerde çalışan kadınlar öldükleri takdirde mallarının dörtte biri St. Marie Madeleine rahibelerine verilecekti. __________________________________________________ Do You Yahoo!? Tired of spam? Yahoo! Mail has the best spam protection around http://mail.yahoo.com __._,_.___ Messages in this topic (1) Reply (via web post) | Start a new topic Messages | Polls Post message: islamsohbetgrubu@yahoogroups.com Subscribe: islamsohbetgrubu-subscribe@yahoogroups.com Unsubscribe: islamsohbetgrubu-unsubscribe@yahoogroups.com List owner: islamsohbetgrubu-owner@yahoogroups.com
  • ALINTIDIR!.....

DENEME
Bazıları tasavvufta tarif ve tavsiye edilen rabıtayı tenkit etmekteler. Kimi bu tenkidin şiddetini artırıp rabıtaya şirk diyecek kadar ileri gitmektedir. Acaba birisine göre ibadet, diğerine göre felaket olan bu rabıta nedir? Tasavvufta rabıta, terbiyenin temeli ve en büyük zikir sebebi görülürken, onu şirk gören kimse hangi delil ve mantıkla bu sonuca varabiliyor? Gerçekten şirke götüren bir rabıta çeşidi mevcut mudur? Rabıtanın Kur’an ve Sünnet’te bir örneği, benzeri, delili ve tarifi var mıdır? İnsan terbiyesi için rabıtanın gereği nedir? Bütün bunlar, cevap arayan sorulardır. Aslında çözüm kolaydır. Aramızda bir ihtilaf varsa, yapılacak iş hakeme gitmektir. Din işlerinde hakem Kur’an ve Sünnet’tir. Biz de önce Kur’an ve Sünnet’e bakacağız. Onlarda rabıtanın nasıl ele alındığını inceleyeceğiz. “Rabıta”, “ribat”, “murabata” kelime olarak “rabt” kökünden gelmektedir. Rabıta ve rabt, sözlükte iki şeyi birbirine iyice bağlamak anlamına gelir. Bu kelimeye, iki şeyi birbirine bağlayan ip, alaka, şiddetli muhabbet, münasebet, ilgi ve sevgi ile bir şeye bağlılık, cesur ve dayanıklı olmak gibi manalar da verilmiştir. (Cevherî, Sıhah; İbnu Manzur, Lisanu’l-Arab; Zebidî,Tacu’l-Arus.) Bu kelimeler kullanıldıkları yere göre, bir şeyin üzerinde sabit durmak, kendini hapsetmek, başkasından kesilip bir şeye tam yönelmek gibi manalar da taşımaktadır. (Razî, Tefsir-i Kebir; Kurtubî, el-Cami li Ahkami’l-Kur’an; İbnu Kesir, Tefsir.) Kur’an ve Sünnet’te anlatılan rabıta çeşitleri de, bu manaların birini veya birkaçını içermektedir. KUR'AN'DA RABITA GEÇİYOR MU? Kur’an’da rabıta kelimesi açıkça zikredilmektedir. Bunu şu ayette görüyoruz: “Ey iman edenler! Allah yolunda sabredin, düşmanlarınız karşısında sebat gösterin, rabıta yapın / Allah’ın korumanızı istediği sınırları bekleyin, Allah’tan korkun ki kurtuluşa eresiniz.” (Âl-i İmran, 200) Bu ayetteki “rabıta yapın” emri, her mümini ilgilendiren bir emirdir. Tefsirlerde burada geçen rabıtaya şu manalar verilmiştir: Düşmanların saldıracağı yerleri gözetleyin, sınırları bekleyin. Dininizi tehlikelerden koruyun. Nefis ve şeytan düşmanlarına karşı uyanık olun. Onların kalbinize girmesine yol vermeyin. Allah’ın çizdiği sınırları iyi gözetin, ilâhi hükümlere harfiyen uyun. Namaz vakitlerini gözetleyin ve mescitleri ibadet, taat ve zikir ile mamur edin. (Suyutî, ed-Dürrü’l-Mensur; İbnu Kesir, Tefsir.) Yüce Allah’ın her müminden istediği rabıta, kalbini Yüce Allah’a bağlamaktır. Her işte O’nun rızasını gözetmektir. Bütün yaptıklarında helal ve haram sınırına dikkat etmektir. Kalp kâbesini günah kirlerinden temizlemektir. Oraya Allah’ın sevmediği şeyleri sokmamak için gönlü kontrol altında tutmaktır. Kısaca, Yüce Allah’ın düşman olduğu şeyleri gönülden çıkarmak ve kötülüklerin esaretinden kurtulmuş, hür bir müslüman olmaktır. Rasulullah s.a.v. Efendimiz, “rabıta yapınız” ayeti indiği zaman, ashabına ayette anlatılan ribat ve rabıtanın ne olduğunu şöyle açıklamıştır: “Zor ve sıkıntılı zamanlarda güzelce abdest almak, kalbi mescitlere bağlı olmak, ibadet yerlerine çokça gidip gelmek ve bir namazı kıldıktan sonra diğer namaz vaktini gözetlemek var ya; işte sizin için ribat budur, işte asıl ribat budur, işte asıl ribat budur.” (Buharî, Tirmizî, Nesaî, Malik) Bu hadisten ribatın iki türlü manasının olduğunu anlıyoruz. Birisi manevi, diğeri maddi sınırları kontrol altında tutmaktır. Korunacak manevi sınırlar ilâhi emirler ve kalbimizdir. Maddi sınırlar ise düşmanın saldırı noktalarıdır. Kalbin Yüce Allah ile ne halde olduğunu kontrol etmeye murakabe denir. Zahiri düşmanları takip ve kontrol etmeye ise mücadele denir. Her ikisi de mümin için vazgeçilmez birer vazifedir. Çünkü ayette kurtuluş bunlara bağlanmıştır. TEFEKKÜR YA DA VARLIKLARI RABITA Kur’an ve Sünnet’te emredilen bir diğer rabıta şekli tefekkürdür. Tefekkür etmek, fikretmek, düşünmek aynı şeydir. Hepsi kalple yapılan bir ameldir. Düşünmek akıllı olmanın gereğidir. İnsanın en başta gelen özelliği düşünmektir. Tefekkür, boş ve gelişi güzel bir düşünce değildir; gizli bir ilim yoludur. Tefekkür kalp aynasında varlıkların iç yüzünü görmektir. Bilinene bakıp gizli olanı fark etmektir. Görünene bakıp görünmeyene ulaşmaktır. Delile bakıp hedefe varmaktır. Tefekkür, sanata bakıp sanatkârı tanımaktır. Kalp gözüyle Yüce Yaratıcı’nın varlıklarda gizlediği ilmini, kudretini, rahmetini ve hikmetini görüp, O’na hayran olmaktır. Bunun sonu O’nu sevmek, zikretmek, yüceltmek ve O’na teslim olup huzura ermektir. Kur’an’da bu sonuç tefekkür, tezekkür, teemmül, tedebbür, ibret, basiret, marifet ve muhabbete bağlanmıştır. Tefekkürü tarif ettik. Tezekkür, unutulan bir şeyi hatırlamak, unutmamak ve devamlı tekrar ederek onu kalpte tutmaktır. Teemmül, bir şeyi devamlı ve çok yönlü düşünerek içinde saklı olan manayı ortaya çıkarmaktır. Tedebbür, bir şeyi derinlemesine düşünmek ve arkasındaki gizli manayı çözmektir. İbret, bir şeyde verilmek istenen mesajı almaktır. Basiret, işin iç yüzünü görmektir. Marifet, bir şeyi asli haliyle olduğu gibi tanımaktır. Muhabbet, bir şeyi sevmek ve onunla huzur bulmaktır. Görüldüğü gibi, bütün bunlar bir irade, yöneliş, gayret, iman ve sabır istemektedir. 'MÜRŞİD YERİNE ALLAH'I DÜŞÜN' SÖZÜ DOĞRU MU? Yüce Allah’ın zatı hariç, her şey düşünülebilir. Yüce Allah’ın zatı hiçbir şeye benzemediği için onu düşünmek mümkün değildir. Rasuiullah s.a.v. Efendimiz, bu konuda şu ölçüyü önümüze koymuştur: “Allah Tealâ’nın zatını tefekkür etmeyin/düşünmeyin. O’nun nimetlerini ve yarattığı varlıkları düşünün. Çünkü siz Allah’ın zatını düşünmeye güç yetiremezsiniz.” (Ebu’ş-Şeyh, Kitabu’l-Azame; Ebu Nuaym, Hilye; Tabaranî, el-Evsat; Beyhakî, Şuabu’l-İman; Elbanî, Sahiha.) Alimlerimiz bu hadisten hareketle şu temel kaideyi tespit etmişlerdir: “Her ne ki hayal edilir, o Allah değildir.” (Şa’ranî, el-Yevakıt). Yüce Allah’ın dışındaki her varlık düşünülebilir ve nasıl olduğu hayal edilebilir. Fakat Allah nasıl acaba diye düşünülmez, düşünülemez. Bu hadis, niçin bir mürşidi düşünüyorsunuz da Allah’ı düşünmüyorsunuz, diyenlere cevap vermektedir. Kâmil mürşid, bir varlıktır, kuldur, edep ve takva sahibi salih bir insandır. Allah’ın dostu, halifesi, şahidi, delili ve davetçisidir. Onu düşünmek, hayal etmek, kalpte canlandırmak, gönülde şekillendirmek, rabıta yapmak mümkündür, fakat bu durum Yüce Allah’ın zatı için mümkün değildir. AYETLER, İBRETLER Yüce Allah, Kur’an’da bütün varlıklara, yerlere, göklere, dağlara, denizlere, aya, güneşe, yıldızlara, geceye, gündüze, yağmura, rüzgara, insana, bitkilere, hayvanlara, tarihte olan olaylara “ayet”, “delil” ve “ibret” ismini veriyor ve onların yaratılmasına, seyrine, sevk ve idaresine, hareket ve sonuçlarına ibretle bakmamızı, onların üzerinde derin derin düşünmemizi emrediyor. Bir sivrisineğin halini, arının yaptığı balı, örümceğin ördüğü ağı misal vererek, akıl sahiplerinin ibret almasını istiyor. Cennet, Cehennem, Sırat, Mizan ve diğer ahiret hallerini safha safha anlatarak, hepsi üzerinde düşünülmesini bekliyor. Kısaca önümüze iki türlü ayet konmuştur. Birisi Kur’an ayetleri, diğeri kainat ayetleridir. Yüce Allah, bütünüyle Kur’an ayetlerini düşünüp öğüt almamız ve Allah’ın tek ilâh olduğunu anlamamız için indirdiğini haber veriyor. (Nisa, 82; Yusuf, 2; İbrahim, 52 v.d.) Aynı şekilde yerler, gökler ve içindekilerin de aynı hedef için yaratıldığını bildiriyor ve onlardaki bu ilmi insanların okumasını, içindeki mesajı almasını istiyor. (Bakara, 164; Âl-i İmran, 190-191; Yunus, 101 v.d.) Bu ayetler bize sadece kainatta olanı biteni haber vermek, onların isimlerini öğretmek ve arada bir kendilerini konu etmek için anlatılmıyor. Bunların tek hedefi kalbi uyandırmak ve Yüce Allah’a bağlamaktır. Çünkü disiplinli düşünmek, bir halden diğerine geçmek içindir. Tefekkürle kalp dirilir, hali değişir, sıfatı güzelleşir. Bu dirilik ve güzellik diğer lâtifelere yansır. Kalp gibi ruh, sır, hafi, ahfa, vicdan, akıl ve şuur da ayet ve delilleri tefekkürün sonucu oluşan ilim ve feyzden nasiplenir. Sonuç güzel ahlâktır. Tefekkürle cehaletten ilme, dünya hırsından zühde, kibirden tevazuya, benlikten edebe, nefretten sevgiye, korkudan emniyete, vesveseden zikre, boş işlerden ibadete, fani dostlardan ebedi sevgiliye yöneliş ve geçiş sağlanır. İşte buna seyr u sulûk, yani Allah’a gitmek denir. Bu hedefe giderken her şey bir vesileden ibarettir. Tefekkür de en güzel vesiledir. Bunun için, “uyanık kalple bir saat tefekkür yapmak, gaflet içinde bir sene ibadet yapmaktan hayırlıdır” denmiştir. (Ebu’ş-Şeyh, Kitabu’l-Azame; Gazalî, İhya) Kur’an’da, ayetlerden ibret almak ve sonuç çıkarmak için samimi iman, uyanık kalp, güzel yöneliş, takva, temiz akıl ve sabır gerekli görülmüştür. İman etmeyen ve aklı midesine, kulağı para sesine, gözü cüzdanına bağlı yaşayan kimseler, bu halleriyle kör, sağır, dilsiz, hissiz ve kıymetsiz birer varlık olarak tanıtılmıştır. Görüldüğü gibi tefekkür lazımdır. Tefekkürün hedefi şirkten kurtulmak, tevhide ve şükre ulaşmaktır. Bu şekilde tefekkür etmek, ibret almak, kendini kontrol etmek ve amellerini muhasebeye çekmek her müminin günlük amelleri arasında yerini almalıdır. Hadiste, aklı başında olan her müminin, gününün bir kısmını bu tefekkür için ayırması gerektiği belirtilmiştir. (İbnu Hıbban, Sahih; Ebu Nuaym, Hilye) MUHABBET RABITASI Kur’an ve Sünnet’te emredilen rabıtalardan birisi de muhabbet rabıtasıdır. Muhabbet rabıtası kalbi Allah’ın sevdiği şeylere bağlamak ve onları Allah için sevmektir. Bu sevilecek kimselerin başında Hz. Peygamber s.a.v. Efendimiz gelmektedir. Yüce Allah onu sevginin imamı, delili ve rehberi yapmıştır. (Âl-i İmran, 31; A’raf, 157-158) O’na uymadan Allah’ı seviyorum demek yalandır. Rasulullah s.a.v. Efendimiz, kendisi için her müminden şu derece bir sevgi ve kalp bağı istemektedir: “Sizden biriniz beni kendi nefsinden, ailesinden, çocuklarından, anne babasından ve bütün insanlardan daha fazla sevmedikçe, tam iman etmiş olmaz, gerçek imanın tadını tadamaz.” (Buharî, Müslim, İbnu Mace, Ahmed) Ayrıca her müminden Ashab-ı Kiram’ı, alimleri, salihleri ve mümin kardeşlerini sevmesi, onları hayırla anması, kalbinde onlara yer vermesi, dualarına katması, onlarla ilgilenmesi istenmektedir. “Birbirinizi sevmedikçe mümin olamazsınız” hadisi, bu sevgiyi anlatmaya yeterlidir. Yüce Allah’ın: “Sakın zalimlere meyletmeyin, yoksa size de ateş dokunur.” (Hud, 113) uyarısını her kalp sahibi dikkate almalıdır. “Ey iman edenler Allah’tan korkun ve benim sadık kullarımla beraber olun.” (Tevbe, 119) ayeti, kalbin kimlere yönelmesi ve bağlanması gerektiğini göstermektedir. ÖLÜM RABITASI Kur’an ve Sünnet’te emredilen rabıtalardan biri de ölüm rabıtasıdır. Kur’an’da insanı dehşete düşürecek, hayrete sevkedecek ölüm halleri, kıyamet sahneleri ve ahiret manzaraları anlatılmaktadır. Bunlarla kalp dünyadan çekilip ebedi ahiret yurduna yöneltilmek istenmektedir. Rasulullah s.a.v. Efendimiz, Abdullah b. Ömer’e: “Kendini ölmüş ve kabre girmiş say.” (Tirmizî, Ahmed) buyurarak ölüm rabıtasını tavsiye etmiştir. Bu rabıta ile insanın dünyanın boş sevgi ve zevklerinden çekilip ebedi ahiret güzelliklerine yöneleceğini, gafletin gidip kalbin dirileceğini ve günahlardan temizleneceğini haber vermiştir. (Tirmizî, Nesaî, Münavî, Beyhakî) Allah dostları tefekküre büyük önem vermişlerdir. İnsanın terbiyesi, konuşması kadar susmasından da anlaşılır. Ancak, boş konuşma ve kötü düşünce kınandığı gibi, içinde güzel düşünce ve tefekkür olmayan suskunluk da kınanmıştır. Velilerden Fudayl b. İyaz rh.a. der ki: “Tefekkür bir aynadır. Sana iyiliklerini ve kötülüklerini gösterir. Onda kalbinin halini görürsün.” Alimlerden Abdullah b. Mübarek rh.a., velilerden Sehl b. Ali k.s.’yi derin bir tefekküre dalmış halde gördü. Onun ahiret hallerini düşündüğünü anladı ve “Nereye kadar ulaştın?” diye sordu. O da, “Sırat köprüsüne kadar.” cevabını verdi. Bişr b. Haris rh.a., tefekkürle elde edilecek sonucu şöyle özetler: “Eğer insanlar Yüce Allah’ın büyüklüğünü anlayabilselerdi, ona isyan etmezlerdi.” RABITANIN SONUCU Tasavvuf büyüklerinin tarif ve tatbik ettiği rabıta da yukarıda anlatılan tefekkür çeşitlerinden birisidir. Rabıta, görülmesi Yüce Allah’ı hatırlatan kâmil bir veliyi gönül aynasında seyretmek ve üzerinde zuhur eden ilâhi tecellileri görüp, Yüce Allah’ı zikretmekten ibarettir. Diğer bir yönüyle rabıta, Yüce Allah’ın dostu ile gönülde beraber olmaktır. Onun kalbine emanet edilen ilâhi nura bağlanmaktır. Onun ilâhi aşkla kaynayan kalbine inen feyizden nasiplenmektir. Velideki dostluk sırrını düşünmektir. Salihleri özlemek ve onlardaki güzel ahlâka özenmektir. Sevgi atmosferi içinde kalbi uyandırıp Hakka yöneltmektir. Kısaca rabıta, Allah’ın yeryüzündeki şahidine bakarak Allah’ı tanımaktır. İşte tefekkürün özü de budur.alkislamak bence süper

   
 

DENEME
Yazılarınızı buraya yazın Yazılarınızı buraya yazın

 
 

DENEME

Yazılarınızı buraya yazın

     
 

DENEME
Yazılarınızı buraya yazın Yazılarınızı buraya yazın Yazılarınızı buraya yazın

 

 

  DENEME
Yazılarınızı buraya yazın Yazılarınızı buraya yazın Yazılarınızı buraya yazın
 
 


YAZINIZI BURAYA YAZINIZ.YAZINIZI BURAYA YAZINIZ
Yazı yaz
1 2 3
 
  Bugün 13 ziyaretçi (15 klik) kişi burdaydı!  
 
Bu web sitesi ücretsiz olarak Bedava-Sitem.com ile oluşturulmuştur. Siz de kendi web sitenizi kurmak ister misiniz?
Ücretsiz kaydol