sitene türk bayrağı 
www.siirlerinefendisi.tr.gg
   
  www.birligimiz-1.tr.gg
  Allah İle Kul
 


Şeytan'ın Kalbe Müdahalesi imam Gazâli (İhyâyı ulûmid-din) Şeytan Allah-u Teâlâ'nın yarattığı öyle bir yaratıkdır ki, şerri, kötülüğü vaad eder. Çirkin (münker) şeyleri emr eder. Nefsi bu gibi işleri yapmağa davet eder. Peygamber (S.A.V.) bir mübarek sözünde "...Vesvese de şeytandan gelir ve şerri davet eder, hakkı tekzib eder ve hayırdan men'eder. Kalbinde bunu bulan, şeytanın şerrinden Allah'a sığınsın" buyurdu ve sonra "Şeytan fâkirlik ile korkutur ve fuhşiyat (kötü işler ve ameller) ile emr eder" meâlindeki âyet-i celileyi okumuştur. İbn-i Mes'ud (Tirmizi ve Nesei) İnsan şehvet ve gazaba uyarsa, istekleri vasıtasıyla şeytanın istilâsma uğrar. Kalb şeytana yataklık yapar. Zira hevâ (istek) şeytanın barınağıdır. Allah (c.c.) muhafaza buyursun. Amin. Resul-i Ekrem (S.A.V.) "Sizden her birinizin bir şeytanı vardır. Evet, benim de şeytanım var, fakat Allah-u Teâlâ bana yardım etti ve şeytanını müslüman oldu, bana yalnız iyiliği emr eder" buyurdu. İbn-i Mes'ud (Müslim) Nefsâni arzulara uyularak dünya sevgisi kalbe galebe çalarsa, şeytan vesvese için çare bulmuş olur. Resûl-i Ekrem (S.A.V.) "Şeytan, insan oğlunun çeşitli yollarında oturur. Önce İslâm yolu üzerinde durur ve (Ananın, babanın dinini terk edip müslüman mı olmak istersin?" der. [ kandıramaz ise] ...hicret yolu üzerine oturur... sonra cihad yolu üzerine oturur... İnsan bunu da dinlemez ve mücahedesini yapar. Kim bu şekilde hareket ederek ölürse, Allah-u Teâlâ'nın Cerınetini hak etmiş olur." buyururdu




Mürşid insana ne kazandırır?

Büyük veli Şah-ı Nakşibend (k.s) ALLAH(cc) dostlarının işini şöyle özetler:
“Bizler, ALLAH(cc) Teala’ya ulaşmada bir vasıtayız. Bizden kesilip asıl maksada, Cenab-ı Hakk’a bağlanmak gerekir. Gerçek mürşitlerin yolu budur. ALLAH(cc)’a vasıl olan arifler, diğer insanlara bu işte rehberlik ederler.
Onlar bu yolun çocuklarını önce hakikat beşiğine yatırıp sıkıca bağlarlar. Vuslata kadar onları terbiye sütü ile beslerler.
Cenab-ı Hakk’a vuslat hasıl olunca, özel bir şekilde bu takip ve terbiye işini keserler.
Böylece müritlerini ALLAH(cc)’ın huzurunda kabul görmüş, mahrem daireye girmiş birisi yaparlar, aradan çıkarlar.
Artık bundan sonra müritler, arada bir vasıta olmaksızın ALLAH(cc)’tan ilim ve feyiz alacak hale gelirler, buna güç yetirebilirler.
İşte bu hale ulaşmak bir mürşid ile mümkündür.
Böyle bir hali elde eden kimse, sonsuz bir ömür bulsa ve bütün ömrünü bu nimete şükür için harcasa yine de bu nimetin şükrünü yerine getirmiş olamaz.”


Seyyid M. Saki EROL

ALLAH İLE KUL ARASINA GİRMEK NE DEMEK?

Çevremizdeki bazı insanların zaman zaman ‘Bir mürşide bağlanmak gerek, tövbe alıp tasavvuf terbiyesine girmek lazım!..’ diye söze başladıklarında, kendilerine nedense hep aynı karşılık verilir:

“Allah ile kul arasına kimse giremez!..”

Çoğu kimseler bu sözle, tasavvuf yoluna girenlerin Allah ile aralarına Allah’ın razı olmadığı kimseleri koyduğunu, bir mürşide bağlanmakla şirk tehlikesine düştüklerini, kendilerinin ise böyle bir tehlikeden uzak olduklarını anlatmaya çalışırlar. 

Acaba işin gerçeği böyle mi?

Bu sözün gerçek manası bilinmezse fitne kaçınılmaz olur; zarar verir. Bu zarar imana dokunur, dini zedeler, din kardeşliğini sarsar, kardeşlik ruhunu öldürür. 

Allah ile kul arasına kimse giremez sözü, niyete göre farklı sonuçlar doğurur. Eğer bu söz:

“Ben Allah’a kullukta önümde kimseyi istemem, peygamber, kitap, alim, mürşit tanımam, istediğim gibi kulluk yaparım, keyfimce ibadet ederim.” 

Anlamında söyleniyorsa insanı dinden çıkarır. Daha doğrusu böyle düşünen kimse küfür, isyan ve gaflet içinde kalmış demektir. Eğer bu söz:

“Ben Allah’a giden yolda Allah’ın peygamberi ve kitabı ile yetinirim, onlar ne diyorsa onu yaparım, başka kimseyi kabul etmem, alimlere bakmam, velilere bağlanmam, mezhepler beni ilgilendirmez, dini kendi anladığım gibi yaşarım” 

Anlamında söylenmişse, söyleyen sorumludur. Bu kişi inanç esaslarını zorlamış, kendini tehlikeli bir sona doğru sürüklüyor demektir. Çünkü arada alimler olmadan kendi başına dinin öğrenilmesi, anlaşılması ve yaşanması nasıl mümkün olacak!? 

Oysa Kur’an ve Sünnet, hak yolda birlik (cemaat) olmayı, bu beraberliğin başındaki imama itaat etmeyi, topluca Allah’ın ipine sarılmayı, hep birlikte tövbe etmeyi, bilmediklerimizi alimlere sormayı, takva ve iyilikte yardımlaşmayı, bunun için Allah’ın sadık kulları ile beraber olmayı açıkça emretmektedir. 

Dinin hükmü bu iken, bir mümin hangi delil ve mantıkla, ‘Bana bunlar gerekmez’ diyebilir? Dese bile bunun Allah katında ne kıymeti olabilir? Eğer bu söz:

“Allah benim her hâlimi görüyor, biliyor, sözümü işitiyor, niyazımı dinliyor. Ben namazda, secdede, zikirde, duada ve tövbede kalbimi Rabbime bağlıyorum. Onun için gönlüme kimseyi koyamam, kimseden bir şey bekleyemem. Benim korkum, sevgim, niyetim, hedefim sadece Allah’tır.”

Anlamında söyleniyorsa ne güzel. İşin doğrusu da budur, böyle olması lazımdır. 

Zaten bütün peygamberler kalbi dünyadan çekip bu şekilde Allah’a bağlamak için gelmişlerdir. Onlara vâris olan alimlerin ve kamil mürşitlerin işi de budur. Buna Allah adamı olmak denir. 

Ama ne var ki, kalbin bütün varlıklardan çekilip sadece Yüce Allah’a bağlanması kolayca elde edilecek bir nimet değildir. Bu tam bir hürriyet hâlidir. Arifler o hâli elde etmek için nefisleri ile bir ömür mücadele vermekte ve Allah ile aralarına giren engelleri yok etmek için mücadele etmektedirler. 

Şu halde Allah ile aramızdaki engeller nedir?

Allah’a gitmek, Allah’a kavuşmak deyince ne anlaşılmalıdır? 

Bizi ilgilendiren konu budur.

Allah’a gitmek gönül ile olur. Allah’a ulaşmak bir hâldir, sevgidir, aşktır. Bu kavuşma dışa doğru değil, içe doğrudur. Kalıp ile değil kalp iledir.

Kalpleriyle manevi engelleri geçenler, nefislerini aşanlar Yüce Mevla’yı bulurlar. Allahu Teala’nın insana şah damarından daha yakın olduğunu anlarlar. Bu buluşma O’nun razı olduğu amelleri yaparak gerçekleşir. 

Bu iş insanın nefsi ve keyfine göre değil, Yüce Allah’ın çizdiği sınırlara göre olur. Bu sınırlara din denir.

Bizi Yüce Allah’a götürecek tek din İslam’dır. İslam, Kur’an ve Sünnetin çizdiği yoldur. Kur’an, Yüce Rabbine kavuşmak isteyenlere yolu şöyle tarif eder:

“Kim Rabbine kavuşmak istiyorsa salih amel yapsın ve Rabbine ibadetinde hiç kimseyi ortak etmesin.”

Demek ki Yüce Allah’a gitmek için iman, ihlas ve salih amel lazımdır. Allah’a giden yola uyanık kalple varılır, sevgi ile engeller aşılır, ihlasla hedef bulunur. Bu yolun başı ve sonu edepten ibarettir. 

Bu yolun en büyük engeli nefis, en azılı düşmanı şeytan, en sarp yokuşu dünyadır. Nefis edeple süslenmeden, şeytan sindirilmeden, dünya sevgisi kalpten silinmeden Yüce Allah’a gidilemez. 

Buna manevi terbiye ve arınma denir. Kendisini aşamayan insan, varlığın sahibine ulaşamaz. Bir arif şöyle diyor:

Allah’a giden yol iki adımdır: 

Birinci adımda nefsine bas...

İkinci adımda Rabbine kavuşursun.







KAYNAKLARIYLA TASAVVUF

Konumuz hurafelerden bir tanesi: “Allah’la kul arasına kimse giremez.” hurafesi. Ne kadar çok hurafe girmiş dînimize, sevgili kardeşlerim. Allah’ın söylediklerinin, insanlar ne kadar çok tersini dillerine pelesenk etmişler. Asırlar boyunca hep bu söylenmiş. “Allah’la kul arasına kimse giremez.” Kimse, “Acaba Kur’ân-ı Kerim bu konuda ne diyor?” dememiş. Herkesin ağzında bu: “Allah’la kul arasına kimse giremez.” Acaba öyle mi gerçekten? Allah’la kul arasına kimse giremez mi? Özellikle birtakım insanları, onlara yetki vererek, diğer insanlarla kendi arasına, yoksa Allah mı koyar? Hadi gelin sizinle beraber Secde Suresinin 24. âyet-i kerimesine bakalım. 32/SECDE-24: Ve cealnâ minhum eimmeten yehdûne bi emrinâ lemmâ saberû ve kânû bi âyâtinâ yûkınûn(yûkınûne). Ve onlardan, emrimizle hidayete erdiren imamlar kıldık ve sabır sahibi oldukları ve âyetlerimize (Hakk’ul yakîn seviyesinde) yakîn hasıl etmiş oldukları için. Allahû Tealâ diyor ki: “İnsanlardan (mürşidlerden) imamlar kıldık. Emrimizle insanları hidayete erdirsinler diye.” İnsanların hidayete ermesinin, o insanların ruhunun hayattayken Allah’a ulaşması olduğunu, artık net olarak biliyoruz. Öyle demiyor mu Allahû Tealâ? İşte Al-i İmran-73: 3/ÂLİ İMRÂN-73: Ve lâ tu’minû illâ li men tebia dînekum, kul innel hudâ hudallâhi en yu’tâ ehadun misle mâ ûtîtum ev yuhâccûkum inde rabbikum, kul innel fadla bi yedillâh(yedillâhi), yu’tîhi men yeşâ’(yeşâu), vallâhu vâsiun alîm(alîmun). Ve sizin dîninize tâbî olandan başka kimseye inanmayın. (Habibim) de ki: “Hiç şüphesiz HİDAYET, Allah’ın (Kendisine) ulaştırmasıdır. (İnsan ruhunun ölümden evvel Allah’a ulaşmasıdır.) Size verilenin bir benzerinin başka birine verilmesi (sebebiyle mi) veya Rabbinizin katında (sizlerle) tartışacakları için mi (böyle söylüyorsunuz)?” De ki: “Hiç şüphesiz fazl, Allah’ın elindedir. Onu dilediğine verir.” Ve Allah, Vâsi’un Alîm’dir. (Allah herşeyi kuşatan ve herşeyi bilendir.) “innel hudâ hudallâhi” İnne: Muhakkak ki. el hudâ: Hidayet. hudallâh: Allah’a ulaşmaktır. “Muhakkak ki hidayet, Allah’a ulaşmaktır.” Ve Bakara-120. 2/BAKARA-120: Ve len terdâ ankel yahûdu ve len nasârâ hattâ tettebia milletehum kul inne hudâllâhi huvel hudâ ve leinitteba’te ehvâehum ba’dellezî câeke minel ilmi, mâ leke minallâhi min veliyyin ve lâ nasîr(nasîrin). Sen onların dînine tâbî olmadıkça (uymadıkça) ne yahudiler ve ne de hristiyanlar senden (asla) razı olmazlar. De ki: “Muhakkak ki Allah’a ulaşmak (var ya) işte o, hidayettir.” Sana gelen bunca ilimden sonra eğer onların hevalarına uyarsan andolsun ki; Allah’tan sana ne bir dost ve ne de bir yardımcı olur. “inne hudâllâhi huvel hudâ” İnne: Muhakkak ki. hudâllâh: Allah’a ulaşmaktır. huve: İşte o. hudâ: Hidayettir. “Muhakkak ki, Allah’a ulaşmak, işte o hidayettir.” Öyleyse insanların ruhlarını Allah’a ulaştırmaları hidayeti ifade ediyor. Sevgili kardeşlerim, hidayet denilen müesseseye baktığımız zaman, çok net bir olgu görüyoruz. Hidayet, insan ruhunun Allah’a ulaşmasıdır. Allahû Tealâ diyor ki: “Biz insanlardan imamlar kıldık, emrimizle hidayete erdirsinler diye. (İnsanları hidayete erdirsinler diye). Sabrın sahibi olmaları sebebiyle ve âyetlerimize Hakk’ul yakîn seviyesinde sahip olmaları hasebiyle, yakîn hasıl etmeleri sebebiyle.” Öyleyse Allahû Tealâ imamlar kılıyor. Her devirde bir imam mutlaka vardır. O imamlar iki ayrı hüviyet arz ederler. 1- Bu imam nebîdir. Peygamber Efendimiz (S.A.V) gibi. O, Allahû Tealâ’nın söylediği nebîlerin, nebî imamların sonuncusudur. Burada Allahû Tealâ’nın imamlar kılması, huzur namazının imamlarıdır. (Allahû Tealâ’nın katında, huzur namazı diye bir namaz kılınır sevgili kardeşlerim. Huzur namazının imamı daima nebîlerdendir. Eğer bir nebî yani bir peygamber hayatta ise mutlaka o, huzur namazının imamlığını deruhte etmiştir. Uhdesinde huzur namazının imamlığı vardır. Allah onu, asaleten huzur namazının imamlığına tayin eder. Allah’ın huzurunda her gün 7 vakit namaz kılınır. Bu kılınan namazda, binlerce kişi namaz kılar.) Sevgili kardeşlerim, bu namazın adı huzur namazıdır. Allah’ın huzurunda kılınan bir namazdır. İşte bu namazın aslî imamı, mutlak olarak peygamberdir. 2- Ama biliyorsunuz ki; peygamberler arasında fetret devirleri vardır. Yani peygamberlerin olmadığı, yaşamadığı devirler. İşte o peygamberlerin olmadığı, yaşamadığı devirlerde, Allahû Tealâ farklı bir durum husule getiriyor. Gene oraya, huzur namazının imamlığına imam tayin ediyor. Ama bu imam, nebî (peygamber) değil, kavim resûllerinden, peygamber olmayan resûllerden birisidir. Fetret devirlerinde, peygamberlerin olmadığı dönemlerde, Allahû Tealâ nebî olmayan resûllerden, velî resûllerden birisini vazifeli kılıyor. Risalet müessesesine baktığımız zaman bütün devirlerde, bütün kavimlerde resûllerin yaşadığını görüyoruz. Bütün devirlerde ve bütün kavimlerde, mutlaka onların lisanı ile konuşan bir velî resûl mutlak olarak mevcuttur. Allahû Tealâ buyuruyor ki: 23/MU'MİNÛN-44: Summe erselnâ rusulenâ tetrâ, kullemâ câe ummeten resûluhâ kezzebûhu fe etbâ’nâ ba’dahum ba’dan ve cealnâhum ehâdîs(ehâdîse), fe bu’den li kavmin lâ yu’minûn(yu’minûne). Sonra Biz, resûllerimizi ardarda (arası kesilmeksizin) gönderdik. Her ümmete resûlü geldiği zaman, her defasında onu yalanladılar. Biz de onları birbiri arkasından (helâk ettik). Ve onları efsane kıldık. Artık mü’min olmayan kavim (Allah’ın rahmetinden) uzak olsun. Allahû Tealâ: “Biz bütün kavimlere, ardarda resûl gönderdik. Hangi kavme resûlü ulaştıysa, o kavimdekiler mutlaka o resûlü inkâr ettiler.” diyor. Bu sebeple her kavimdeki resûllerin inkâr edilmesi, Kur’ân-ı Kerim’de sabittir. Öyleyse Mehdi Resûl de, başlangıçtan itibaren bir çok insan tarafından inkâr edilmişti. Ama insanlar, onun söylediği hakikatleri Kur’ân’dan açıp da, tam olarak yerli yerine oturduğunu görünce, o zaman risaleti kabul etmek mecburiyetinde kaldılar. Sadece söylediklerini, Mehdi Resûl’ün söylediklerini incelemeyenler, O’nun ne söylediğinden haberdar olmayanlar; “Bunca âlim onun söylediğinden başkasını söylüyor. Onca âlim bilmeyecek de, o mu bilecek?” diye O’nu kabul etmeyen birçok insan da var. Tetkik edebilseler, tetkik ettikleri anda bütün suallerinin cevabını orada bulacaklar, anlattıklarında bulacaklar. Ve çağımızın bugünkü müceddidi olduğunu herkes görecek. Sevgili kardeşlerim, demek ki Allahû Tealâ insanlarla kendisi arasına, resûller koyuyor. Bu resûller imamdır. Allahû Tealâ’nın ifadesi de imamlar koyması: “İnsanların ruhlarını Allah’a ulaştırsınlar diye, insanları emrimizle hidayete erdirsinler diye, insanlara resûller tayin ederiz.” diyor. Allahû Tealâ aslında resûl kelimesini kullanmamış, imam kelimesini kullanmış. Ama biliyoruz ki, her devirde bütün kavimlerin içinde resûller yaşar. Mu’minun-44, bunun kesin işaretini taşıyor. Bakara-87’de de Allahû Tealâ: “Biz bütün kavimlere, bütün devirlerde resûl göndeririz.” diyor. 2/BAKARA-87: Ve lekad âteynâ mûsâl kitâbe ve kaffeynâ min ba’dihî bir rusuli ve âteynâ îsâbne meryemel beyyinâti ve eyyednâhu bi rûhil kudus(kudusi), e fe kullemâ câekum resûlun bimâ lâ tehvâ enfusukumustekbertum, fe ferîkan kezzebtum ve ferîkan taktulûn(taktulûne). Andolsun ki Biz, Musa’ya kitap verdik ve ondan sonra da birbiri ardından (araları kesilmeksizin, peşpeşe) resûller gönderdik. Ve Meryem’in oğlu İsa’ya beyyineler (açık kanıtlar) verdik ve onu Ruh’ûl Kudüs ile destekledik. Her ne zaman size bir resûl, nefslerinizin hoşlanmadığı bir şeyle (emirle) geldiyse, hemen kibirlendiniz. Bu sebeple bir kısmını yalanladınız ve bir kısmını da öldürdünüz. İbrâhîm Suresinin 4. âyet-i kerimesinde Allahû Tealâ diyor ki: “Hiçbir kavim olmamıştır ki; Biz onlara ardarda, onların dilleriyle konuşan resûller göndermiş olmayalım.” 14/İBRÂHÎM-4: Ve mâ erselnâ min resûlin illâ bi lisâni kavmihî li yubeyyine lehum, fe yudillullâhu men yeşâu ve yehdî men yeşâ’(yeşâu), ve huvel azîzul hakîm(hakîmu). Hiçbir resûlümüz yoktur ki; Biz, onu kendi kavminin lisanıyla göndermiş olmayalım. Onlara (kendi lisanlarıyla) beyan etsin (açıklasın) diye. Öyleyse Allah, dilediğini (Allah’a ulaşmayı dilemeyenleri) dalâlette bırakır. Dilediğini (Allah’a ulaşmayı dileyenleri) hidayete erdirir. Ve O, Azîz’dir, Hikmet Sahibi’dir. Ne demek istiyor acaba Allahû Tealâ? Sevgili kardeşlerim, can dostlarım, gönül dostlarım, Allahû Tealâ ne demek istiyor? Bütün kavimlere, bütün devirlerde resûl gönderdiğini söylüyor. Her kavimde, onların dilini konuşan bir resûl. Öyleyse Allahû Tealâ mutlaka bütün kavimlerde Allah’la insan arasına, onları hidayete erdirsin diye, o kavimde yaşayan insanları hidayete erdirsin diye, resûller vazifeli kılıyor. Bu resûllerin hepsi, Allah ile insanlar arasında bir vasıtadır. Allah’ın söylediklerini herkes işitemez. İşitebilenler, Allah’ın üst noktalara çıkardığı insanlardır. İşte bütün devirlerde, Allahû Tealâ bütün kavimlerde resûl beas ediyor. Allahû Tealâ İsra-15’te diyor ki: “Biz bir resûl göndermedikçe, hiçbir kavme azap etmeyiz.” 17/İSRÂ-15: Menihtedâ fe innemâ yehtedî li nefsih(nefsihî), ve men dalle fe innemâ yadıllu aleyhâ, ve lâ teziru vâziretun vizre uhrâ, ve mâ kunnâ muazzibîne hattâ neb’ase resûlâ(resûlen). Kim hidayete erdiyse, sadece kendi nefsi için (nefsini tezkiye ettiği için) hidayete erer. Öyleyse kim dalâlette ise sorumluluğu sadece kendi üzerinde olarak dalâlette kalır. Yük taşıyan (günahı yüklenen) bir kimse, bir başkasının yükünü (günahını) yüklenmez. Ve Biz, bir resûl göndermedikçe azap edici olmadık. Herkes mutlaka, kıyâmet günü cehenneme gidecektir. Cehennemi görerek dışarı çıkıp, cennete girenlerin dışındakilerin hepsi yani insanların büyük çoğunluğu cehennemde kalacak, ebediyyen orada azap göreceklerdir. Evet, insanların azı değil çoğu ne yazık ki. Şeytan, insanların çoğunu, mutlaka Allah’ın yolundan saptırmak için büyük gayretlerin içindedir. Ne yazık ki bunda başarılı da oluyor. Sevgili kardeşlerim, Allahû Tealâ’nın bizlere ulaştırdığı bilgi demeti içerisinde bakıyoruz ki; insanların Allah ile olan ilişkilerinde daima bir aracı var. Allah ile konuşabilen, Allah’tan aldığını insanlara ulaştıran birileri. Bu en üst kademede devrin imamıdır. Secde Suresinin 24. âyet-i kerimesinde Allahû Tealâ’nın söylediği, “İmamlar kıldık.” dediği kişi, Allah’ın âyetlerine Hakk’ul yakîn seviyesinde vakıf olan, yakîn hasıl eden birisi. 32/SECDE-24: Ve cealnâ minhum eimmeten yehdûne bi emrinâ lemmâ saberû ve kânû bi âyâtinâ yûkınûn(yûkınûne). Ve onlardan, emrimizle hidayete erdiren imamlar kıldık ve sabır sahibi oldukları ve âyetlerimize (Hakk’ul yakîn seviyesinde) yakîn hasıl etmiş oldukları için. İşte sevgili kardeşlerim, böyle bir dizaynda Allah ile insanlar arasındaki en üst mevkideki insan, bu imamlardır. Secde Suresinin 24. âyet-i kerimesinde bahsedilen imam, mutlaka bir velî resûldür. Yani, nebî olmayan (peygamber olmayan) sadece Allah’ın dostu olan bir resûldür. Ama huzur namazının imamlığının gerçek sahipleri nebî olan resûllerdir yani peygamber resûllerdir. Allahû Tealâ onlardan da bahsediyor. Enbiya Suresinde ardarda peygamber isimleri veriyor. Hz. İbrâhîm, Hz. Yakup gibi. O peygamber isimlerinden sonra diyor ki: “Biz onları imamlar kıldık.” 21/ENBİYÂ-73: Ve cealnâhum eimmeten yehdûne bi emrinâ ve evhaynâ ileyhim fi’lel hayrâti ve ikâmes salâti ve îtâez zekâh(zekâti), ve kânû lenâ âbidîn(âbidîne). Ve onları, emrimizle hidayete erdiren (ölmeden önce ruhları Allah’a ulaştıran) imamlar kıldık. Ve onlara, hayırlar işlemeyi, namaz kılmayı ve zekât vermeyi vahyettik. Ve onlar, Bize kul oldular. Orada görüyoruz ki Enbiya Suresinin 73. âyet-i kerimesinde Allahû Tealâ imamlar kılmıştır. Ama imam kıldıkları, Allah’ın nebîleridir (peygamberleridir). İşte bunlar da insanla Allah arasında birer aracıdırlar. Sadece o kadar mı sevgili kardeşlerim? Hayır, o kadar değil. Daha ötesi var konunun. Allahû Tealâ bu imamlardan bahsediyor. Bunlar, huzur namazının imamlarıdır. Ama insanla Allah arasına giren, farklı hüviyette olan insanlar da vardır. Resûl olmayan insanlar da vardır. Allahû Tealâ bunlara “mürşidler” diyor. Allahû Tealâ buyuruyor ki: “İnsanlardan, cinlerden ve meleklerden resûller seçeriz.” diyor. Cin resûller de vardır, melek resûller de vardır, insan resûller de vardır. Cin resûller, kendi âlemlerinde risalet görevini yapıyor. Melekler, melek olarak geliyorlar, bu dünyada görev yapıyorlar. İnsanları hidayete erdirmek üzere Kur’ân-ı Kerim birçok melek resûlün geldiğini söylüyor. İşte sevgili kardeşlerim, can dostlarım, gönül dostlarım, böyle bir dizaynda Allahû Tealâ: “Sebîllerin (bütün insanların takip edecekleri yolun) tayini Allah’a aittir.” diyor. 16/NAHL-9: Ve alallâhi kasdus sebîli ve minhâ câir(câirun), ve lev şâe le hedâkum ecmaîn(ecmaîne). Ve sebîllerin (dergâhlardan Sıratı Mustakîm’e ulaşan bütün yolların yani mürşidlerin) tayini, Allah’ın üzerinedir. Ve ondan sapanlar vardır. Ve eğer O dileseydi, sizin hepinizi hidayete erdirirdi. Her sebîlin başında mutlaka bir mürşid vardır. Sebîl, bütün mürşidlerin bulundukları dergâhlardan, devrin imamının dergâhına ulaşan yolların adıdır. O yolların başında mutlaka bir mürşid bulunur. Onun için Allahû Tealâ: “Sebîllerin tayini, tespiti Allah’a aittir. Hiç kimse kendi mürşidini seçemez.” diyor. “Mürşidi Allah tayin eder.” diyor. Bundan müstağni olan birisi var mı? Evet, bir kişi var. Devrin imamı. Neden müstağnidir? Çünkü insanlar hangi mürşide tâbî olurlarsa olsunlar, o mürşid mutlaka devrin imamına tâbî olacaktır. Allahû Tealâ mürşidlere, gerçek mürşidlerse mutlaka bu bilgiyi ulaştıracaktır. Onlar da tâbî olacaklardır. Öyleyse sevgili kardeşlerim, can dostlarım, gönül dostlarım, Allahû Tealâ’nın dizayn ettiği böyle bir atmosferde mürşidler söz konusudur. Peki, bu mürşidlerin aracılığı, hangi hüviyette bir aracılıktır? Bu mürşidlere tâbî olunduğu zaman, devrin imamının ruhu o insanların başının üzerine gelir ve yerleşir. Böylece ruh, dünya hayatını o kişi yaşarken, Allah’a dönmek için hazır bir hüviyet taşır. Sevgili kardeşlerim öyleyse, bu mürşidlere dikkatle bakın. Bunlar, Allahû Tealâ’nın yolunda irşad makamının sahibi kılınmışlardır. Ama her seviyede herkesin ulaşabileceği bir yakınlıkta bir mürşidin bulunduğunu görüyoruz. Tâbiiyet, Allahû Tealâ tarafından farz kılınmıştır. Allahû Tealâ Maide Suresinin 35. âyet-i kerimesinde diyor ki: 5/MÂİDE-35: Yâ eyyuhellezîne âmenûttekûllâhe vebtegû ileyhil vesîlete ve câhidû fî sebîlihi leallekum tuflihûn(tuflihûne). Ey âmenû olanlar (Allah’a ulaşmayı, teslim olmayı dileyenler)! Allah’a karşı takva sahibi olun ve O’na ulaştıracak vesileyi isteyin. Ve O’nun yolunda cihad edin. Umulur ki; siz felâha erersiniz. “Ey âmenû olanlar, takva sahibi olun.” Âmenû oldukları zaman, zaten takva sahibi olmuşlar. Bunun mânâsı: “İkinci defa takva sahibi olun.” demektir. “Sizi kim Allah’a ulaştırmaya vesile olacaksa, o vesileyi Allah’tan isteyin.” diyor. İşte burada, artık resûl olmayan mürşidler devreye girmiştir. Allahû Tealâ’nın, herkesin ulaşabileceği noktada bir mürşidi mutlaka mevcuttur. O kişi hacet namazını kıldığı zaman, Allahû Tealâ onu, o mürşide gönderecektir. Bütün mürşidler devrin imamına bağlıdırlar. O mürşide tâbiiyet gerçekleştiği anda, devrin imamının ruhu mutlaka o kişinin başının üzerine gelir ve yerleşir. Arşı tutan meleklerle devrin imamı, bütün tâbiiyetlerde hazır bulunur. O tâbiiyet, hangi mürşid eliyle gerçekleşirse gerçekleşsin, ister vekil mürşid olsun, ister mürşid olsun, isterse herhangibir kavimdeki resûl olsun ama devrin imamı o resûllerin en üstünü olandır. Sadece onun ruhu, kim tâbî olursa, Mu’min Suresinin 15. âyet-i kerimesi gereğince, o kişinin başının üzerine gelir ve yerleşir: 40/MU'MİN-15: Refîud derecâti zul arş(arşi), yulkır rûha min emrihî alâ men yeşâu min ıbâdihî li yunzire yevmet telâk(telâkı). Dereceleri yükselten ve arşın sahibi olan Allah, kullarından (Kendisine ulaştırmayı) dilediği kişinin (Allah’a ulaşmayı dilediği için Allah’ın da Kendisine ulaştırmayı dilediği kişinin) üzerine (başının üzerine) Allah’a ulaşma gününün geldiğini (o kişinin Allahû Tealâ diyor ki: “Dereceleri yükselten ve arşın sahibi olan Allah.” Ne demek dereceleri yükselten? Kim mürşide tâbî olursa, tâbî olduğu anda Allahû Tealâ onun bütün günahlarını sevaba çevirir. Daha evvel Allah’a ulaşmayı dilediği zaman, günahlarını zaten örtmüştü. Bu noktada da Furkan Suresinin 70. âyet-i kerimesi gereğince sevaba çevirir: 25/FURKÂN-70: İllâ men tâbe ve âmene ve amile amelen sâlihan fe ulâike yubeddilullâhu seyyiâtihim hasenât(hasenâtin), ve kânallâhu gafûren rahîmâ(rahîmen). Ancak kim (mürşidi önünde) tövbe eder (böylece kalbine îmân yazılıp, îmânı artan) mü’min olur ve salih amel (nefs tezkiyesi) yaparsa, o taktirde işte onların, Allah seyyiatlerini (günahlarını) hasenata (sevaba) çevirir. Ve Allah, Gafur’dur (günahları sevaba çevirendir), Rahîm’dir (rahmet gönderendir). Allahû Tealâ diyor ki: “Kim tövbe eder de (mürşidin önünde tövbe eder de) mü’min olursa.” Tövbe ettiği zaman, kişi îmânı artan bir mü’min olmuştur. Tövbe eder de böyle îmânı artan bir mü’min olursa ve kişi nefs tezkiyesine başlarsa, amilüssalihat yaparsa, “Kişi bunu yaptığı zaman, tâbiiyetini gerçekleştirdiği zaman” diyor, o insanlardan bahsediyor. Tâbiiyetini gerçekleştirmiş, tövbe etmiş, mü’min olmuş. “O zaman Biz onların günahlarını sevaba çeviririz.” diyor. “Allah, onların seyyiatini hasenata çevirir.” diyor. 25/FURKÂN-71: Ve men tâbe ve amile sâlihan fe innehu yetûbu ilallâhi metâbâ(metâben). Ve kim (mürşidi önünde) tövbe eder ve salih amel (nefs tezkiyesi) işlerse, o taktirde muhakkak ki o, tövbesi kabul edilmiş olarak Allah’a ulaşır (hayattayken ruhu Allah’a ulaşır). Allahû Tealâ: “Onların ruhları Allah’a döner, Allah’a ulaşır. Tövbeleri kabul edilmiş bir şekilde, ruhları Allah’a döner.” diyor. İşte bu, ihsanla yapılan bir tövbedir. Bu tövbenin kabul edilmesi, o kişinin günahlarının sevaba çevrilmesiyle noktalanır. Sevgili kardeşlerim, can dostlarım, gönül dostlarım, görüyoruz ki, herkes için bir mürşid mutlaka vardır. Allah’ın tayin ettiği bir mürşid, herkesin ulaşabileceği bir yerdedir. O vekil mürşide ulaşanlar, neticede devrin imamının ruhu mutlaka başlarına geldiği için, aynı neticeye ulaşıyorlar. Devrin imamına da tâbî olsalar, başlarının üzerine devrin imamının ruhu gelecektir. Bir vekil mürşide de tâbî olsalar, başlarının üzerine devrin imamının ruhu gelecektir. Ama tövbe etme yetkisi, insanların kendi kendine elde ettikleri bir yetki değildir. Tövbe ettirme yetkisi yani irşad makamına gelme yetkisi, Allahû Tealâ tarafından sağlanan bir müessesedir. İsterse kişi iradesini de Allahû Tealâ’ya teslim ederek, Allah’ın bizatihi irşad makamına getirdiği üst seviye bir mürşid olsun, isterse bir vekil mürşid olsun, netice değişmez. Tâbî olunduğu zaman onların başının üzerine devrin imamının ruhu gelir. İşte Mu’min-15’te Allahû Tealâ bu konuyu söylüyor: “Dereceleri yükselten ve arşın sahibi olan Allah (Devrin imamı, daima arşı tutan meleklerle beraberdir.), kullarından dilediği üzerine Allah’ın emrinden ruh gönderir.” Kimdir bu dilediği kişi? Tâbî olan kişi. Allahû Tealâ ona yevm’et talâkının geldiğini söylemesi için, devrin imamının ruhunu gönderiyor. Yevm’et talâk, Allah’a mülâki olma günüdür. “Senin Allah’a mülâki olma günün geldi.” diyor. Ve işte burada devrin imamı söz konusudur. Bu gelen, devrin imamıdır. Ama mürşidler her yerde, her zaman mutlaka vardır. Bir vekil mürşide tâbî olan kişinin tâbiiyeti, normal bir mürşide tâbî olmanın veya bir resûle tâbî olmanın standartlarıyla eşdeğerdir. Çünkü kime tâbî olursa olsun, tâbiiyeti gerçekleştirebilecek olan bir vekil mürşidden devrin imamına kadar, kime tâbî olursa olsun tâbî olan kişi, mutlaka aynı olay cereyan eder. Onların başlarının üzerine mutlaka devrin imamının ruhu gelir. Sevgili kardeşlerim, görülüyor ki insanla Allah arasında vekil mürşidlerden başlayın, mürşid deyin, üst derece mürşid deyin, resûl mürşid deyin, devrin imamı olan mürşid deyin, 7 kademe mürşidi sayın, herbirisi aynı hükmü vücuda getirir. Hangisine bir insan tâbî olursa olsun, Mu’min Suresinin 15. âyet-i kerimesi gereğince onun başının üzerine mutlaka devrin imamının ruhu gelir. Öyleyse Allahû Tealâ, mürşide tâbiiyeti nasıl gerçekleştireceğimizi de bize tarif ediyor. Bakara Suresinin 45 ve 46. âyetlerinde diyor ki: 2/BAKARA-45: Vesteînû bis sabri ves salât(sâlâti), ve innehâ le kebîretun illâ alel hâşiîn(hâşiîne). (Allah’tan) sabırla ve namazla istiane (yardım) isteyin. Ve muhakkak ki o (hacet namazı ile Allah’a ulaştıracak mürşidini sormak), huşû sahibi olanlardan başkasına elbette ağır gelir. 2/BAKARA-46: Ellezîne yezunnûne ennehum mulâkû rabbihim ve ennehum ileyhi râciûn(râciûne). O (huşû sahipleri) ki; onlar, Rab’lerine (dünya hayatında) muhakkak mülâki olacaklarına ve (sonunda ölümle) O’na döneceklerine yakîn derecesinde inanırlar. “İstianeyi (hangi mürşide tâbî olacağınızı) hacet namazı kılarak, Allah’tan sorun.” diyor. “Namazla ve sabırla” diyor. “Ama bu zor bir iştir.” diyor. Allah’a ulaşmayı dilemeyen bir insan, ne kadar namaz kılsa, ne kadar Allahû Tealâ’ya yalvarsa, Allahû Tealâ ona mürşid göstermez. Ama kim Allah’a ulaşmayı dilerse, Allahû Tealâ mutlaka ona mürşidini gösterir. Çünkü Allah’ın sözü vardır. Kim Allah’a ulaşmayı dilerse, Allah onun ruhunu mutlaka Kendisine ulaştıracaktır. Öyleyse ulaştıracağına göre, mutlaka bu konuyu Allahû Tealâ çözmek durumunda ve çözüyor. Sevgili kardeşlerim, can dostlarım, gönül dostlarım, görülüyor ki her halükârda, herkes için bir mürşid mutlaka vardır. Bu mürşidleri Allahû Tealâ insanlarla Kendi arasına koyuyor. Bir de Allah’la kişi arasına giren, mürşid olmayan ama daimî zikre ulaşmış olanlar (ulûl’elbab olanlar) vardır. 21/ENBİYÂ-7: Ve mâ erselnâ kableke illâ ricâlen nûhî ileyhim fes’elû ehlez zikri in kuntum lâ ta’lemûn(ta’lemûne). Ve senden önce, vahyettiğimiz rical (erkekler)den başkasını göndermedik. Eğer bilmiyorsanız, zikir ehline (daimî zikrin sahiplerine) sorun. Allahû Tealâ: “fes’elû ehlez zikri in kuntum lâ ta’lemûn: Eğer bilmiyorsanız zikir ehline sorun.” diyor. Ne olur bu ulûl’elbab olan daimî zikrin sahipleri? Onlar Allahû Tealâ tarafından, Allah ile konuşmak yeteneğinin sahibi kılınmışlardır. Onlara sorulunca, onlar Allah’tan soracak ve cevapları alıp, ulaştıracaklardır. İşte Allah’tan hacet namazıyla mürşidi sormak yetkisinde olanlar kimlerdir? Huşû sahipleridir. Allahû Tealâ: “İllâ alel hâşiîn.” “Ama huşû sahipleri hariç.” diyor. “Ellezîne yezunnûne ennehum mulâkû rabbihim ve ennehum ileyhi râciûn. Onlar kesin şekilde inanırlar ki; mutlaka Allah’a ulaşacaklardır, ruhlarını hayattayken mutlaka Allah’a mülâki kılacaklardır. Sonra ölümden sonra, bir defa daha ruhları Allah’a rücû edecektir.” İşte sevgili kardeşlerim, can dostlarım, gönül dostlarım, normal aracılar mürşidlerdir. Ama henüz mürşid olmak yetkisinin yani Allah’a ulaştırıcı mürşid olmak yetkisini kazanmamış olan, ulûl’elbab noktasında Allah’la tezekkür etmek imkânının sahibi kılınan kişi de, Allah’tan haberler alıp başkalarına ulaştırabilmektedir. Yani bu da bir aracılık görevidir. Allahû Tealâ: “Tezekkür edebilen ulûl’elbabtır.” diyor. 3/ÂLİ İMRÂN-7: Huvellezî enzele aleykel kitâbe minhu âyâtun muhkemâtun hunne ummul kitâbi ve uharu muteşâbihât(muteşâbihâtun), fe emmellezîne fî kulûbihim zeygun fe yettebiûne mâ teşâbehe minhubtigâel fitneti vebtigâe te’vîlih(te’vîlihi), ve mâ ya’lemu te’vîlehû illâllâh(illâllâhu), ver râsihûne fîl ilmi yekûlûne âmennâ bihî, kullun min indi rabbinâ, ve mâ yezzekkeru illâ ulûl elbâb(elbâbi). O (Allah) ki; Kitab’ı, sana O indirdi. O’ndan bir kısmı muhkem (mânâsı açık, yorum götürmez, şüphe kabul etmez) âyetlerdir ki; bunlar, (Levhi Mahfuz’daki) ümmülkitapta (yer alan açık ve kesin âyetler)dir. Diğerleri ise müteşabih (mânâsı kapalı, açıklama isteyen) âyetlerdir. Kalplerinde eğrilik (ve döneklik) bulunanlar, fitne çıkarmak ve (kendi yararına uygun) tevîlde (yorumda) bulunmak istedikleri için o (Kitab’)ın müteşabih olan kısmına uyarlar. Halbuki onların tevîlini, kimse bilmez ancak Allah bilir. İlimde derinleşmiş olan rasihun (rüsuh sahipleri) ise derler ki: “O’na îmân ettik, hepsi de Rabbimiz katından (indirilme)dir.” Bunu kimse tezekkür edemez ancak ulûl’elbab tezekkür edebilir. Allahû Tealâ: “Allah ile tezekkür edebilenler, sadece Allah’ın müteşabih âyetlerini açıklayabilirler.” diyor. Öyleyse görülüyor ki; insanla Allah arasında her zaman aracılar mevcuttur. “Allah’la insanın arasına kimse giremez.” sözü, bu sebeple bir batıl ifadedir ve açık bir şekilde bir hurafedir
 
  Bugün 2 ziyaretçi (12 klik) kişi burdaydı!  
 
Bu web sitesi ücretsiz olarak Bedava-Sitem.com ile oluşturulmuştur. Siz de kendi web sitenizi kurmak ister misiniz?
Ücretsiz kaydol